AKP’nin en büyük şansı, Meclis muhalefetinin çoğu zaman AKP’ye “normal” bir partiymiş muamelesi yapması ve muhalefet hattını da bu “normal”lik algısı üzerine kurması. Oysa AKP, en başından beri iddia ettiğimiz üzere rejim inşa eden, bütün adımlarını kafasındaki rejim tahayyülü doğrultusunda atan ve o inşa sürecini durdurduğu ya da geriye çektiği zaman siyasi varlığı son bulacak olan bir parti.

O yüzden “normal” bir hükümet gibi davranmak ve icraatta bulunmak AKP’ye yetmiyor; AKP, durursa düşecek olan bir bisiklet sürücüsü misali, sürekli kendi kadrolarını ve tabanını harekete geçirerek, sürekli bir teyakkuz haliyle, sürekli yeni düşmanlar ve yeni ittifaklar yaratarak ve siyaseti “dost-düşman ayrımı”na endeksleyerek hareket ediyor.

Kumpas davalardan 2010 referandumuna, cumhurbaşkanını halkın seçmesinden yeni anayasa ve başkanlık rejimine, süreklileşmiş bir seferberlik hali var karşımızda. Ulusalcılara karşı Cemaatle ittifaktan Cemaati bir numaralı düşman ilan etmeye, Kürt hareketiyle masaya oturmaktan kapsamlı bir savaşı uygulamaya sokmaya, Suriye’yle vizeleri kaldırmaktan bu ülkeye yönelik bir yıkım programına, devamlı değişen gündemler, müttefikler, düşmanlar ve bu şekilde devam edip giden bir rejim inşa süreci bu.

Bugün bu inşa sürecinin nihai aşamasına gelmiş bulunuyoruz. 1 Kasım seçimlerinden çıkan sonuçla birlikte, AKP rejimi kendi anayasasını yapmak ve fiili başkanlık rejimini anayasal bir statüye kavuşturmak için yeni bir seferberlik dalgasını başlatmış durumda ve bu seferberlik dalgasının üzerine oturtulacağı iki boyut var. İlk boyutun ana eksenini “demokratikleşme” iddiasının oluşturacağı kolaylıkla görülebiliyor. Rejim, “darbe anayasasıyla hesaplaşmak”, “yeni bir toplum sözleşmesi yapmak”, “bürokratik vesayetten kurtulmak” gibi artık klasikleşmiş argümanlar üzerinden bir söylem oluşturacak ve toplumun önüne koyacak ama muhtemelen ikinci boyut çok daha öne çıkacak ve sandıktan istenen sonucun çıkması için esas silah o olacak.

Sözünü ettiğim ikinci boyut, 7 Haziran’la 1 Kasım arasında yaşananlardan çıkarılan dersler üzerine temellendirilecek; “ya tek başına iktidar ya kaos” tehdidine benzer bir şekilde, bu sefer de “ya başkanlık ya kaos” tercihi toplumun önüne konulacak. İçeride ve dışarıda izlenen savaş politikalarıyla birlikte, toplumun güvenlik kaygılarına oynanacak ve halk daha dinsel, daha milliyetçi ve daha militer, ağır bir ideolojik kuşatma altına alınacak. Dost-düşman ayrımının ve toplumsal kutuplaşmanın siyasetin merkezine oturacağı böylesi bir konjonktürde, “iç ve dış düşmanlara karşı partinin ve liderin etrafında kenetlenme” çağrıları yapılacak, “güçlü iktidar/güçlü lider” imajı etrafında “kurtarıcı” beklentisi derinleştirilecek.

Peki tüm bunlar gün gibi birer gerçeklikken ve rejimin başkanlık stratejisinin böylesi bir eksene oturtulacağı aşikârken, Meclis muhalefeti ne yapıyor? Yaptığı şey şu: Karşısında normal bir iktidar varmışçasına, oluşturulan “Anayasa Mutabakat Komisyonu”na üye veriyor ve sergilenecek olan anayasa müsameresinde adeta figüran rolünü üstlenmeyi kabul etmiş oluyor. Ortada öylesine bir garabet var ki, anayasayı değiştirmekteki tek amacı başkanlık rejimine geçmek olan bir iktidarla, “tek kırmızıçizgimiz başkanlık” diyen muhalefetin yeni anayasaya dair bir mutabakata varabilmesinin bu süreçte mümkün olacağına inanmamız isteniyor.

Oysa oluşturulan komisyonun rejim açısından basit bir imaj çalışması olduğu görülebiliyor: “Meclis’i çalıştırdık, muhalefetin önerilerini dikkate aldık, demokratik mekanizmaları kullandık ama olmadı, muhalefet samimi değildi, komisyona önyargılarıyla geldi, darbe anayasasını savundu, milli iradeye saygı göstermedi, masayı devirdi ve biz de kendi anayasamızı millete götürmeye, son sözü millet iradesinin söylemesine karar verdik.”

Evet, önümüzdeki dört beş ay boyunca, Meclis muhalefetinin anayasa müsameresinin bir parçası olacağı, iktidarın ise şartların oluştuğunu anladığı anda bu masayı devirerek kendi yol haritasını uygulamaya devam edeceği görülebiliyor. Meclis’te anayasa oyunu devam ederken ise “ya başkanlık ya kaos” tehdidine uygun bir şekilde siyasal/ toplumsal kutuplaşmanın daha da derinleştirileceği, içeride ve dışarıdaki savaş siyasetinin ivme kazanacağı ve toplumun güvenlik kaygısı üzerinden dizayn edilmek isteneceği anlaşılabiliyor.

Peki, kaos tıpkı 7 Haziran-1 Kasım arasındaki gibi işlevsel ve kontrollü bir şekilde kullanılabilecek mi, yoksa bu sefer kontrolden çıkma olasılığı var mı? Ayrıntıları başka bir yazının konusu olsun ama işaretler, bu sefer her şeyin o kadar kolay olmayacağını, işlerin her an kontrolden çıkabileceğini gösteriyor, birtakım kırılmalara hazır olmak gerekiyor.