Bir toplumun gelişmişlik durumunu anlamak için nesnel bir ölçü koymak gerekir. İnsanlığa katkı yapan ülkeler için “düşün toplumu” diyebiliriz, diğerine “inanç toplumu!” Hazıra konan ve esasen sömürüye açık olan memleketlerdir “inanç toplum”ları. Sömürü derken, her türünden söz açıyorum; siyasetçi, patron, küresel şirketler ve güçlü devletler…

Bugünlerde herkes birbirine “Umutlu musun?” diye soruyor. Bu düşünceyle/felsefeyle ilgisi olmayan insanın sorusu ve kaygısıdır. Elbette yaşam sevinci duyan, her aldığı soluğun değerini bilen kimse derinden gelen, var olmanın umudunu taşır. Lakin bizdeki mesele başka: Yarınından kaygı duyan ve esir düşmenin arifesinde olduğunu hisseden büyük bir kitlenin korkulu sorusu bu. Hani bir falcıdan geleceğe dair anlamlı söz beklemek gibi…

Okumuş, yazmış olanımız bile bu yola düşerse ‘vay halimize’ demek gerekir. Nesnel ölçüler varken, bilimin kurduğu bir zemin söz konusuyken ‘umut’ ne denli içi boş bir sözcük haline geliyor. Oysa düşünen kimse olan biteni görür ve ölçer. İnanç toplumlarının ‘yazgı’ diye sunulan hali içinde kıvranır dururuz. Okumak, yazmak, düşünmek, ifade etmek suçtur. Bir kurtarıcı fetişi yaratılır ve onun peşinden koşan bir yığın/güruh halinde gider.

Gazali; İslam toplumları için bir kırılmanın mimarıdır. Gazali’yle birlikte düşüncenin önü kesilmiş, biat kültürü kök salmıştır. O güne dek daha bir gözü açık gelen inançlı kitle, elinden tüm düşünce olanakları alınınca, iyiden körleşmiş ve dünya bambaşka bir yola giderken, olduğu yerde, bile isteye tutsak olmuştur. Cehaletin kutsanması, kutsallar üzerinden saltanat kurulması dönemi başlar böylece. Her gün bu coğrafyada peygamberler çıktığını da ekleyelim. Kadınlarsa taşlanmaktadır.

Bizde durum farklı değil elbet. Bu ortamdan; yüksek sesle bağıran, tehdit eden ve taassubun her türünü meşru gören birinin çıkması şaşırtıcı değil. Cumhuriyet inanç toplumu olmayı aşmak için çırpınmış, görünen o ki, başarı sağlayamamıştır. Dalga geçilen hale indirgenen devrimlerin tamamı bugün olan biten yaşanmasın diyedir. ‘Aydınlanma’ diye yerin dibine sokulan öğreti süreci, her gün hançerlenmiş ve nihayetinde düşkünler toplumu yaratılmıştır. Salt iktisadi düşkünlük değildir bu, ahlaki, düşünsel… Hepsi birden…

“İnanç toplumu” meczupları önde görmekten hoşlanır. Bir yanı maceracı, öte tarafı ürkütücü öyküler içinde kıvranır durur. Öte dünyadan sıklıkla söz edildiği için, burada olan bitenle pek de ilgili değil gibi görünür. Oysa fena halde çıkarcı, şatafat düşkünü, fırsatçı ve kurnazdır. İyi ve kötüyü yazgıyla açıklamak gibi bir kolaycılık söz konusudur nasılsa!

Tarih bilinci olmayan toplumların işi hep zordur. Tarihi eski, köhne, geçmiş bir zaman zanneder bu tür toplum insanları. Oysa tarih dediğimiz, özgün bir kurmaca alanıdır bir yanıyla, ama bugünün ta kendisidir. Bunu kavrayamadığı içindir ki; efsanelere, kahramanlıklara inanır da “inanç toplumu”, hakikati görmezden gelir. Bir tür kendini koruma uyanıklığıdır bu.

İnsanlık tarihinin en belirleyici dönemi sayılan “Fransız Devrimi” günleri, çok zamandır Fransız halkı tarafından sahiden bir “devrim miydi, değil miydi?” diye tartışılmakta. Yeni bir hakikat olma ihtimali üstünde duruyor insanlar. Çünkü filozofları var. Bugünlerde şoförsüz araba üretiliyor. Robot işçiler tartışılıyor ve dünya iktisadı bambaşka bir yola girdiğinin farkında. “Üretim ne?”, “İstihdam ne?”, “Sınıf ne?”, “Nasıl bölüşeceğiz?” soruları yeniden ortada.

Felsefeciler, bilim insanları, sanatçılar bunların peşinden gidiyor ve elbet evrenin sırrı peşinden koşuyorlar. Biz ise üçüncü sınıf bir hamaset papağanı peşinden gidip, din tacirliğine maruz kalıyoruz. Sonra da “Umutlu musun?” diye soran gözlerle birbirimize bakıyoruz. Yani içi boş bir kavramdan, anlamdan yoksun bir soru üretiyoruz sadece. Üstelik alabildiğine bataklık güreşi yaparken, kendini aydın sayan kimseler bile bu tuhaflığa kapılmış gidiyor. Yazgı denilen bir neden/sonuç denklemidir. Akşamdan sabaha oluşan şaşırtıcı bir durum değildir asla.

Herakleitos sabahları gülerek çıkarmış evinden. Demokritos ise ağlayarak. “Bu filozoflardan hangisi umutlu, hangisi umutsuz?” diye soruyor Melih Cevdet. Umut gülene, umutsuzluk ağlayana yakışır değil mi? Meğer tersiymiş. Umutlu olan “İnsanlık niçin hâlâ düzelmiyor?” diye ağlarmış. Umutsuz olan ise insana umut bağlayana her sabah gülermiş.

Kişi üstüne düşeni yapmalı. Düşünmek sonradan edinilen bir yeti değil elbet. Garip ve boğucu bir alışkanlık belki… Ama tersi bir felaket; ne yaşadığını bilemeden, denizin içinde olup deryadan habersiz olmak. Bana “Umutlu musun?” diye sormayın. Her insan bir sorudur. Ha her biri iyi bir sorudur demiyorum ama…