Yemin krizi, boykot, mutabakat, omurga derken bir hengamedir gidiyor...

Yemin krizi, boykot, mutabakat, omurga derken bir hengamedir gidiyor. Aslında hengamenin demokraside oluğu belli ya; partilerden, liderlerden başını alıp buraya bakan pek yok. CHP’ye, ya da AKP’ye bakıp, sanki bilinmiyormuş, ya da söylenmemiş gibi yeni okumalar yapılması tercih ediliyor.

Bunda şaşılacak bir şey de yok. Yıllardır “mış gibi” yaparak gül gibi geçinip gidiyoruz. Şimdi de kriz üstine kriz yaşar, uzlaşmaz dillerle konuşur, dayatmacı tavırlar sergilenirken, demokratikleşiyormuşuz gibi yaparız olur biter. Hele “sivri dilli” olmaktan kaçınmayanlara zaten pek yer vermeyen medyada, şimdi bir de “eleştirel” kalabilenler ayıklanır, “ayarını kaçıranlara” ders verilirken... Ve “mış gibi” yapmanın “ölüm” değil, “dirim” getireceği bilinirken...
 
Seçim sonrası ilk yazımda, üst üste kazanılan üç seçim ve yükselen oylar nedeniyle AKP’den seçim sonuçlarını “milli irade” diyerek daha da mutlaklaştıracak bir yaklaşım beklenebileceğini, yaşadığımız son bir yıla bakarak Başbakan’ın ustalığının da ne yönde tecelli edeceğinin az çok belli olduğunu yazmıştım. Keşke böyle düşünenler yanılsa demiştim. Ama, ne yazık ki ustalığın uzlaşma değil dayatma anlamına geleceği ilk günlerden belli oldu. İktidarın bu tutumu ile daha birçok badire yaşamamız da kaçınılmaz görünüyor.
 
Şom ağızlılık yapmak istemiyorum; ama güzelleme yapmanın da anlamı yok. Yaşadığımız anlaşmazlık ve krizleri daha yumuşak yoldan ve daha az bedel ödeyerek atlatmamız için toplumsal eksiklerimiz epeyce. Siyasal partier ve popülist politikaları seçimleri ihale pazarlığına benzetince de, demokrasiye geçmiş olsun demekten başka yol kalmıyor.
 
Şimdi merak ediyorum. Acaba AKP anayasa yapımı ve Kürt sorununun çözümü gibi iki temel mesele karşısında aldığı yüzde 50 oyu nasıl yorumlayacak? Ustalık dedikleri şey nerede ve nasıl karşımıza çıkacak?
Örneğin, demokratikleştiği söylenen bir toplumda iktidarın toplumsal uzlaşma sağlamadan, bunun ön koşullarını hazırlamadan ve gerekirliklerini yerine getirmeden bir anayasa yapımını kalkışması beklenemez. Ya da, demokratikleşme deniyorsa Kürtlerin haklı talepleri konusunda hem bu talepleri karşılamanın hem de toplumsal barışı korumanın yolları aranır. Değil mi? Peki, AKP’nin demokratikleşme hamlesinden ve ustalık döneminden bunları mı bekliyoruz? Yoksa, toplumsal uzlaşma diye “benim dediğimde uzlaşın” anlayışını mı? Demokrasi diye, sandık benim, milli irade benim diyen tutumları mı?
 
Ya Kürt meselesinde? Çözüm Kürtlerin isteklerinden yana mı; yoksa gidiş, Kürtlerle “ümmet-i Muhammed” sancağında buluşmak yönünde mi?
 
Bazı ayak izleri, solun en azından bir kısmı dinle, daha doğrusu siyasal İslam’la buluştuktan sonra, sıranın Kürtlere geldiğini gösteriyor. Nasılsa uzun süredir, yoksulluk, yoksunluk, eşitsizlik ve adaletsizlik bir yana bırakılmıştı. Nasılsa tek mesele kimlik ve kültür olmuştu. O zaman Kürtlerin de yapacakları şey, “ne varsa İslam’da ve liberalizmde” diyerek “hidayete” ermek olabilir. Artık nasıl hidayetse!

BAKANLIK BOLLUĞU VE POLİTİKA YOKLUĞU!
Artan bakanlıklar da kafamı çok kurcalıyor. Ve bakanlık bolluğu politika yokluğu olmasa bari diyorum.
Kalkınma Bakanlığı! Bir kere neyin kalkınması? Ekonomik mi, sosyal mı, kültürel mi, sanatsal mı kalkınma hedefleniyor? Yok, kalkınma derken ekonomik büyüme kast ediliyorsa Ekonomi Bakanlığı’nın işi ne? Veya Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı veya Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının kalkınma hedefi yok mu?
Yani ekonomik kalkınma diye bir şey hedeflenmişse, bu her bakanlık için geçerli bir politika değil midir? Enerjide, ulaşımda, teknolojide kalkınma olmayacak mı? Bakanlıklar arası koordinasyon ise istenen; bunu da Başbakan ve Bakanlar Kurulu yapmaz mı? Bakıyorum da, kimse Kalkınma diye ayrı bir bakanlık neyin nesidir diye sormuyor. Ne de olsa “mışlı” toplumuz!

Ya Avrupa Birliği Bakanlığı! AB ile ilişkiler donma noktasına gelmişken, bir de baktık ki AB Bakanlığı kurmuşuz. AB’ye üye olmak gibi bir hedefimiz var (dı). Bunu yeniden hatırladık demek. İyi de, bu hedefe varmak istiyorsak, tüm mevzuat ve kurumsal yapıda önemli değişiklikler yapmak gerekiyor. Yani bu da genel bir hedef ve tüm bakanlıkları ilgilendirmekte. Öyleyse AB bakanlığı ne yapacak? Her bakanlığın bilgi ve yetki alanı içinde kalan konulara mı dalacak; yoksa AB ile bakanlıklar arasında protokol görevi mi üstlenecek? Bu bakanlığa da memnun olan çok. Bence, AB ve ekonomi, AB ve sosyal politika, AB ve adalet gibi her bir müzakere başlığı için ayrı bir bakanlık kurulmalı ki, hem üyelik işi ciddiye bindiği anlaşılsın hem de bakanlık isteklilerine cevap verilebilsin. Yakışır!

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ise, iki açıdan da ibretlik. Birincisi kadınla, ikincisi de sosyal politikayla ilgili. Daha önce de yazdım; bu bakanlığı devlet bakanlığından çıkarıp icracı bir bakanlık haline getirirken yapılan isim değişikliği çok anlamlı. Türkiye imzaladığı uluslararası sözleşme gereği toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yükümlülüğünü üstlenmiş, eşitlik politikalarını oluşturmak üzere de 1990 başında ulusal düzeyde kurumlar oluşturmuştur; biri de devlet bakanlığı.

Gerçi sorumlu bakanlığın bugüne dek eşitlik konusunda başarılı adımlar attığı pek söylenemez. Ancak bakanlığın adından “kadın” sözcüğünü kaldırmanın bunun ötesinde bir anlamı var. Bununla zaten pek benimsenmeyen cinsiyet eşitliği politikalarının resmen bir tarafa bırakıldığı ilan edilmiş olmakta ki, sen sağ ben selamet.

Buradan kadın parlamenter sayısı biraz artınca, “yetmez, ama evet” diyerek sevinenlere de seslenmek isterim. Hem “yetmez”, hem böylesine “hayır” demek gerekmekte. Çünkü kadın politikaları ve eşitlik talebi açısından 90’lı yılların gerisine gittiğimiz de, niteliği olmayan bir niceliğin kadın adına da pek hayrının olmadığı da ortada.
İkincisi  bakanlığın “sosyal politikalar” kısmı! Gülsek mi, ağlasak mı; bilemiyorum. Aslında böyle bir bakanlığın kurulması bile, sosyal politika diye bir politikanın olmayacağının kanıtı. Birincisi, sosyal politika eğitim, sağlık, konut, çalışma yaşamı, sosyal güvenlik, cinsiyet eşitliği gibi birçok alanda benimsenen politikalar bütünüdür. Bu alanlarda sosyal eşitlik ve adalet sağlama hedefine hizmet etmek üzere tasarlanırlar. Hedefler ve uygulamalar da ilgili bakanlıkların sorumluluğundadır.

Yani sosyal politika bir bakanlığın işi olamaz; olsa da bir işe yaramaz. Aile ve sosyal politikalar bakanlığının tanımı ve verilen görevlere baktığımızda, yaramayacağını da görüyoruz. Bakanlık, sosyal politikayla değil sosyal yardım ve hizmetlerle ilgili.

Sosyal yardım devleti “sosyal devlet“miş gibi yaparken, sosyal yardımı da “sosyal politika”ymış” gibi yapacağız, anlaşılan. Halkım da bir elde toplanıp dağıtılacak yardıma medyun kalacak. Mışlara teslim olmak diyorum; boşuna mı?