“Reis” 27 Mayıs’ın yıldönümünü de kaçırmadı ve “muazzam” bir tespit yaptı: “27 Mayıs darbesinin en kötü mirası, partili cumhurbaşkanı sistemine son vererek milletin başbakanının karşısına devletin cumhurbaşkanını ikame etmesidir.”

Oysa birincisi, “partili cumhurbaşkanlığı”na son veren 27 Mayıs değil, DP’nin iş başına gelmesinin hemen ardından cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar’ın genel başkanlıktan istifa etmesiydi. Yani sağın tarih okumasında “milletin hakiki temsilcilerinin iş başına gelişi” olarak görülen bir süreçte “partili cumhurbaşkanlığı”ndan vazgeçilmişti aslında.

Ve ikincisi, son verilmesine hayıflanılan “partili cumhurbaşkanlığı”nın yürürlükte olduğu dönem, yine Türk sağının tarih okumasında “millete yabancılaşmış elitler”in ülkeyi bir vesayet rejimi altında yönettikleri döneme tekabül ediyordu. Yani düne kadar lanetle anılan “tek parti dönemi”ne ait bir uygulamanın yürürlükten kalkması, bugün birden bire “kötü bir miras” olarak anılmaya başlanmıştı.

Peki, ülke olarak bir kez daha “yeni anayasa”yı bu sefer de “başkanlık” sistemi ekseninde tartıştığımız ve iktidarın ısrarla, değiştirilmek istenenin “rejim” değil “sistem” olduğunu söyleyerek cumhuriyeti savunma adına verilecek tepkileri minimuma indirmeye çalıştığı şu günlerde, 27 Mayıs Anayasası ne ifade ediyor?

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: 27 Mayıs Anayasası, bir askerî müdahalenin neticesinde yapılmış olsa da anayasacılık ruhuna en uygun ve bu nedenle de Türkiye tarihinin en demokratik anayasasıdır. “Anayasacılık ruhu” ile kastedilen ise şudur: Anayasa yapmanın temel mantığı, devleti/iktidarı sınırlandırmak ve birey hak ve özgürlüklerini güvenceye almaktır. Hedefi bu olmayan anayasalar, kâğıt üzerinde anayasa olarak anılsalar da, anayasacılığın ruhu açısından gerçek birer anayasaya tekabül etmezler.

Peki, 27 Mayıs Anayasası'nı “demokratik” kılan unsurlar nelerdir? Her şeyden önce bu anayasa, gerek tek parti gerek DP iktidarının anti-demokratik uygulamalarından çıkarılan derslerle hazırlanmış ve temel kaygısı gücün devlet içerisinde tek bir merkezde, tek bir partide ya da tek bir adamda toplanmasını engellemek olmuştur. Bunun için de “En çok oyu ben aldım, dolayısıyla istediğimi yapabilirim” diye özetleyebileceğimiz “demokrasi” anlayışını işlemez hale getirecek anayasal tedbirler almıştır.

Parlamentoda çoğunluğu ele geçiren partinin “milli irade”ye, yani oy çoğunluğuna referansla despotlaşmasını engellemenin temel yolu olarak TBMM’nin yanına bir de Cumhuriyet Senatosu getirilmiş ve yapılacak yasaların her iki mecliste de görüşüldükten sonra yürürlüğe girmesi ilkesi benimsenmiştir.

Ancak bir yasanın yürürlüğe girebilmesi için bu yeterli değildir, yapılacak yasalar mutlaka anayasaya uygun olmalıdır ve bu uygunluğu denetlemek için yeni bir kurum, yani Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Anayasa yargısı, 27 Mayıs Anayasası'nın en temel özelliklerinden biridir.

Bunun yanı sıra, yeni anayasa ile hem TRT’ye hem de üniversitelere özerklik verilmiş, böylelikle TRT’nin iktidarın borazanı haline gelmesini engellemek amaçlanmış hem de üniversitelere siyasi iktidarların müdahalesinin en aza indirilmesi hedeflenmiştir.

Yine yargı kurumunun güçlendirilmesiyle birlikte, yasama, yürütme ve yargı arasındaki klasik ayrım, yani “kuvvetler ayrılığı” güçlendirilmiş, buna temel hak ve hürriyetlerle sendika, grev, toplu sözleşme gibi sosyal haklar da eklenmiş ve böylelikle “demokratik” bir rejimin temel dayanakları tesis edilmiştir.

1960’lardan itibaren toplumsal muhalefetin ve solun yükselişi egemen sınıfları tedirginliğe sürüklemeye başladığında öncelikli olarak hedef tahtasına oturtulan 27 Mayıs Anayasası olmuş, “Anayasanın topluma bol geldiği” bizzat politikacılar tarafından dile getirilmiştir. Zaten önce 12 Mart darbesinde Anayasanın temel ve hak özgürlüklere ilişkin hükümleri değiştirilecek, ardından ise 12 Eylül darbesiyle birlikte 27 Mayıs Anayasası yürürlükten kaldırılarak yerine faşizan bir anayasa yapılacaktır.

Gerek 12 Mart’ın gerek 12 Eylül’ün temel mantığı yasama ve yargı karşısında yürütmeyi güçlendirmek olmuştur. İşin ironik tarafı, güya 12 Eylül Anayasası ile hesaplaşmak için yapılan 2010 referandumunun temel mantığı da aslında “güçlü yürütme” üzerine inşa edilmiştir. Bugün ise “başkanlık” adı altında, kuvvetler ayrılığını bütünüyle ortadan kaldırıp iktidarı tek bir adama vermek isteyen yeni bir anayasa yapılmak istenmektedir.

Tam da bu nedenle, bugünkü iktidarın 12 Mart-12 Eylül çizgisinin bir devamı olduğunu söylemekte bir sakınca bulunmamaktadır. Hedeflenen, katmerlenmiş bir 12 Eylül anayasasından başka bir şey değildir.