Bilim-kurgu edebiyatının önemli isimlerinden Stephen

Bilim-kurgu edebiyatının önemli isimlerinden Stephen Baxter'm "Phase Space" adlı kitabında geçen öykülerden birine göre, gün gelir, insanlar mahvettikleri dünyadan uzaklaşmak zorunda kalır. Yeni yerleşim alanları, güneş sisteminde dolaşıp duran meteorlardır artık. Bu meteorlarda yaşamaya çalışan insanlar, bir yandan dünyada yaptıklarından aldıkları dersle nüfus artışını kesin bir kontrol altında tutarken, diğer yandan, tabii devam eden evrim sürecine uygun biçimde, üzerinde bulundukları gökcisminin fiziksel-kimyasal özelliklerine göre değişim geçirerek yavaşça insan olmaktan çıkarlar. Fakat aslında insanlıklarını kaybetmelerinin tek nedeni yeni yerleşim alanları değil, kolonize edilmiş diğer meteorlarla aralarındaki 'ilişkisizlik'tir. Bir arada yaşamayı beceremedikleri de koskoca mavi gezegen deneyimiyle ortadayken, yaşamlarını aralarındaki mesafenin sürekli değişken olduğu bu birbirine uzak kolonilerde sürdürmeyi tercih ederler. Kendi kuyruğunu yutan yılan...

Bilim-kurgu edebiyatının belki en güzel yanı bu işte: Aslında tam da bugün yaşadıklarımızı, edebiyatın sunduğu o muhteşem metaforlar alanında yeniden-üretebiliyor. Söz konusu öyküde anlatılan kolonileşme durumunu tam da bugün yaşıyoruz.

Bu yeni-kolonizasyonun ilerlediği iki kanal var: İlki, sanayi devrimiyle başlayan parçalanma ve yabancılaşma olgusunda ortaya çıkıyor. Fabrikalardaki yeni üretim araç ve mekanizmalarıyla üretim süreçlerini paramparça eden ve ilk getirişi 'emeğe yabancılaşma' olmak üzere tüm bir insanlık serüvenini basitçe bir'yabancılaşma hikayesi'ne dönüştüren olgunun en görünür olduğu alan, evlerimizdir. Apartman sözcüğünün temelinde 'apart', yani sözlük anlamıyla 'ayrı' olmak, 'uzakta' olmak, 'parçalar halinde' olmak, 'bölüm bölüm' olmak vardır. Sınırları sadece bir duvarla çizilen kolonilerde sürdürüyoruz hayatımızı...

Yeni-kolonizasyonun ilerlediği ikinci kanalın en önemli tanımlayıcısı ve besleyicisi, televizyon... Özellikle 12 EylüPden bu yana daha çok içine kapandığımız kolonilerimizin -İstiklal Caddesi'ni ya da eğlence merkezlerini dolduran 'dışarıdaki' kalabalıklara aldanmayın, bu açık ve kapalı mekanların her biri ayrı bir koloniye dönüşmüş durumda...- dünyaya açılan pencereleri, hayatla ve 'öteki'lerle bağ kurduğumuz yanılsamasını mükemmelen üreten aygıtı televizyon, reklamlarından dizilerine, eğlence programlarından haber bültenlerine dek her saniyesinde, artık tüm dünyayı oluşturan koloniler arasında varoluşsal ayrılıklar yaratmayı sürdürüyor.

"...Lübnan da sütten çıkmış ak kaşık değil ama! Diplomatlarımızı öldüren ASALA'cılar nereye yerleştiler? Beyrut'a! Sözde Ermeni soykırımını ilk kim kabul etti? Lübnan!" Sözcüğü sözcüğüne aktaramamış olabilirim ama, yukarıdaki ifadeler, Cüneyt Ülsever'in romanından beyazcama aktarılan "Hacı" dizisinde, bir kahve sahnesinde geçiyor. Kahve dünyasının özdeşleşme nesnesi olarak sunulan insanları önce İsrail'in Lübnan'a saldırılarını eleştiriyor ve hemen ardından da bu sözleri söylüyorlar! Ne ilkellik, değil mi? Eh, evrim, hele kolonizasyonda, her zaman ileriye doğru işlemiyor.

Ne yazık ki verili sistemde ne kolonileşmeyi ne de yabancılaşmayı önleyebilmek mümkün artık... Fakat belki etkilerini en aza indirmenin yolları bulunabilir. Belki bu yollardan biri, kolonileştirilmiş yaşamlarımızın güya dünyaya açılan sanal pencerelerini kapatmakla başlıyordur. Ama bu da, her bir meteorun kendi yörüngesinde amaçsızca dönmeyi sürdürdüğü iletişimsiz bir hayat anlamına gelmez mi? Sosyopsikolojik bağlamda yabancılaşma süreci, 'doğa'ya, 'öteki'ne ve son olarak 'kendi'ne şeklinde ilerler. Kim bilir, belki de son aşamaya gelmeden, iletişim kanallarını temizleyerek yeniden yapılandırmak mümkündür... Kim bilir...