Bir kara ütopya romanı gibi ama gerçek: Yeni Söz adlı bir gazete okurlarına “İdam İstiyoruz” posteri veriyor. “İdam İstiyoruz” posteri nasıl oluyor, bir gazete niye böyle bir poster verir, bir insan bu posteri nereye asar, evinin salonuna mı, işyerine mi, postere bakıp ne düşünür? Kafamızda deli sorular. Bunu Türkiye’de yaşamayan birine anlatsanız inanmaz dalga geçer, geleceğin tarih kitaplarında bugünleri anlatırken yazsanız okuyanlar “Abartıyor mu acaba?” diye mutlaka sorar. İnanılmaz gibi görünen gerçekliğimizin adı: Yeni Türkiye!

Korku filmi gibi ama gerçek: Altı yedi yaşındaki ilkokul çocuklarını sınıftaki “Şehitler Köşesi”nin önüne dizmişler, ellerine urgana benzer ipler tutuşturmuşlar ve objektife bakmalarını istemişler. Nasıl bir ruh haline sokuldularsa ellerindeki ipleri havaya kaldırırken büyük bir öfkeyle bakmış çocuklar kameraya, biraz da korkmuşlar, belli ki hepsi de bunun bir oyun olmadığının farkında. Arkalarında ise cihatçı kılıklı sözde bir öğretmen var ve o da elindeki ipi sallayarak poz vermiş. Yeni Türkiye ya da nam-ı diğer Şehitler Köşesi!

Kerli ferli adamların etraflarını çevirmiş koruma ordularının ortasında “şehadet şerbeti” içmek için dua ettikleri ama şerbetin tadına sadece yoksulların, garibanların baktığı bir şehitler köşesi yeni Türkiye. “Şehitler tepesi boş kalmayacak” diye nutuk atanların çocuklarının değil, yoksul halk çocuklarının boş bırakmadığı tepelerden geçilmeyen bir ülke.

Şehitler köprüsü, şehitler meydanı, şehitler tepesi… Siyasetin bir ölüm siyasetine, ülkenin koca bir mezarlığa dönüştüğünün nişanesi. Meydanların, köprülerin, tepelerin isimlerinin önüne “şehitler” ibaresini ekleyenlerin kendilerinin, çocuklarının, yakınlarının hayatları pek kutsal, pek kıymetli, pek değerliyken, geriye kalanların birer sayıdan, istatistiki veriden öteye gitmemesi yani. Ölümler üzerinde yükselen bir saltanat, ölümler üzerinde yükselen bir ikbal ve fonda bir türkü: “Zenginimiz bedel verir, askerimiz fakirdendir.”

Madenlerde, tarikat yurtlarında, inşaatlarda, bombalı saldırılarda ne zaman insanlarımız ölse önce bu ölümler bir tartılıyor, “İşimize yarar mı yaramaz mı” terazisine vuruluyor. Eğer işe yaramayacaksa “Ölümler üzerinden siyaset yapmayın” korosu devreye giriyor, yok eğer işe yarayacaksa, üzerinden hamaset yapılabilecekse, milli birlik beraberlik söylemi altında toplumu hizalandırmaya hizmet edecekse hemen orada yedi kollu propaganda makinesi çalışmaya başlıyor.

Propaganda makinesinin temel işlevi düzenli olarak toplumsal hafızayı silip, konjonktüre göre yeniden yazmak. Olaylar, olgular, kavramlar, dolayısıyla bütün bir hakikat, bu makine aracılığıyla eğiliyor bükülüyor, tersyüz ediliyor; dün “iyi” denilen bugün “kötü”, dün “kara” denilen, bugün “ak” olabiliyor, “neden ve nasıl ” soruları planlı programlı bir şekilde unutturuluyor.

Oysa hatırlayarak sormak gerekiyor: “Çözüm süreci” neydi, neden başlatılmıştı, topluma ne vaat ediliyordu, süreç devam ederken medya nasıl bir dil tutturmuştu, ölümler neden durmuştu, bölge halkı ve hatta bölgede görev yapan devlet görevlileri nasıl derin bir nefes almıştı, insanların yüzleri nasıl yeniden gülmeye başlamıştı ve insanlar kendilerini nasıl yeniden bu ülkeye ait hissetmeye başlamışlardı, neler söylüyorlardı.

Ve sormaya devam etmek gerekiyor: 7 Haziran’a doğru masanın devrilmesi nasıl gündeme geldi, ülkeyi seçime güvenlik algısı ve toplumsal kutuplaşma stratejisi üzerinden götürme fikri kimindi, 7 Haziran seçimlerinden koalisyon çıkınca seçimler nasıl fiilen tanınmadı, legal siyaset zemini nasıl adım adım daraltıldı, silahların konuşmasına nasıl fırsat verildi, toplum kan ve şiddet üzerinden nasıl dizayn edildi, Suruç’ta ve 10 Ekim’de bu dizayn doğrultusunda bombalar nasıl patlatıldı?

Hafızası bütünüyle iğdiş edilmiş bir toplumda, soru sormanın bütünüyle unutturulduğu bir ülkede, hafızaları diri tutmak da soru sormaya devam etmek de mühim. “İnsanlarımız neden ölüyor, bir daha ölmemeleri için ne yapabiliriz?” sorularının dışındaki tüm o şehit edebiyatı, tüm o hamaset siyaseti, bize tekrar kan, gözyaşı ve ölüm olarak dönmekten başka bir anlam taşımıyor, yoksulun payına şehitlik, zenginin ve muktedirin payına şehitliğin rantını yemek düşüyor.

Oysa ölüm siyasetinin dışında başka bir siyaseti, hayatı savunan bir siyaseti var etmek mümkün. Oysa ortak vatanda, eşit yurttaşlar olarak, özgürce, birbirimizi öldürmeden ve barış içerisinde, bir arada yaşamamız mümkün. Ortada siyasi bir mesele bulunuyor ve bu meselenin silahla, tankla, topla çözülmeyeceğini görecek kadar çok şey yaşadık, çok insanımızı toprağa verdik. Türkiye’nin bir “Şehitler Köşesi” olmaması için ölümler üzerinden siyaset yapmaya değil, ölüme karşı siyaset yapmaya ihtiyacımız var. Aksi, ya ölmeye devam etmek ya da her gün eve “Bugün de ölmedim anne” diyerek dönerek karanlığa biraz daha gömülmek anlamına gelecek çünkü.