‘Fındıkkıran’ çocuk balesinde sahneye çıktı kızım. Bir babanın en derin duygularını yaşadım o gün. Kızım yüzlerce seyirci karşısında dans ediyor, koreografiye uyum sağlayıp olabildiğince becerisiyle sanatsal yaratının parçası oluyordu. Çocuk dünyasının o gizemli, düşlü ve şiirli perdesi aralanıyordu. Selama geldiğinde yüzüne baktım; şaşkın ve mutluydu. Birlikte yaratmayı öğreniyor, bilge olma, yaşamı duyumsama yolunda güçlü bir adım atıyordu. Sanat/edebiyat yüzümüze ayna tutar, yaşamı başka bir dilden kavramamızı sağlar. Yaratıcı için böyledir bu, izleyen/okuyan için de!

Bir gün önce ne idüğü belirsiz eğitim toplantısı yapılmış ve çağdışı önerilerle; bedenler/zihinler tutsak alınmak istenmişti. Hani o sevmediğim deyimle söylersek; “Çocuklarımız Müslüman mahallesinde salyangoz satsın” diye uğraşıyorduk biz anne babalar! Anaokulunda dayatmacı bağnazlık/dincilik dersleri verilmeye hazırlanılıyor; dahası, tüm sanat kurumları adım adım kapatılıp alabildiğine yaratıcılıktan uzak; sultanın dinine uygun nesiller yetiştirilme süreci tamamlanıyordu göz göre göre! Aynı gün, Mecliste adamın teki, Cumhuriyet devrimlerini ‘köpekleşme’ diye tarif edecekti… Ardından Osmanlıca eğitim zorbalığı gelecekti…

Köpeklerin bir hakaret unsuru sayılması bana ahmakça gelir. Tüm hayvanlar gibi, köpekler de değerli/sevilesi varlıklardır. Gelişmiş demokrasiler; insan kadar, hayvan haklarını da korur. Demem o ki; eğer Cumhuriyet projesi gericiler tarafından ele geçirilip kapitalizmin tiksindirici saldırganlığıyla yerle bir edilmeseydi, kedinin, köpeğin, ağacın, insanın mutlu olduğu bir dünyamız olacaktı. Yazık ki bu adamların elinde oyuncak olduk hepimiz.

Saray soytarılarını boy boy görüyoruz. Adlarını vermek istemiyorum artık. Sanki onlardan söz açarak kendime haksızlık eder gibi hissediyorum. Dünyaya bir kez geliyorum. Ürettiğim değerler/fikirler, insanlığa/hayvanlığa yararlı olsun isterim. Anlamak, düşünmek ve ifade etmek önemli… Evrenin gizini bilmek istiyorum. İnsan ruhunun dehlizlerinde dolaşıp kavramak çabasındayım. Elbette haysiyetli yaşamak istiyorum. Hiçbir başarının/zenginliğin pas pas olmuş bir kişiliği koruyamayacağını biliyorum.

Tarih disiplini toplumların akıl tutulması yaşayıp kendine ihanet ettiğini defalarca yazdı. Bizim memlekette örnek gırla. Böyle dönemler şan, şöhret, para için kendini satanlarla dolu. Dar gelirli, açmazda olan insanın dinle, imanla, yalanla, rüşvetle nasıl susturulduğunu/kandırıldığını görüp, hak vermesem de anlarım; ama her türlü zenginlikten faydalanıp hele bir de aydın rolüne bürünüp haysiyetini satanı anlamam.

Eskişehir yaşanılası, aydınlık, uygar bir kent! Başkan Yılmaz Büyükerşen betona tapanlara inat; tiyatro, opera, bale, edebiyat için mekanlar yarattı. Ülkeye umut oldu. Duvarında Köy Enstitüleri fotoğrafları olan salonları var Eskişehir’in. Çocuklar yıkıntı içinde olan bir memlekette hem ruhlarını, hem zihinlerini geliştiriyor o dönem. Kurumlar dünü unutmadığını ortaya koyarken, geldiğimiz noktadan övünç duymamız gerektiğini de belgelemiş oluyor böylece. Gencecik sanatçılar yaratıyor bu güzellikleri ve halk neredeyse bedavaya dolduruyor bu sanat mekânlarını…

Sandıkta Büyükerşen’in bileğini bükemeyenler; halkı cezalandırmayı göze alarak, bu kurumların bütçelerini azalttılar. Asfalt yapmak için! Oysa bu betona, asfalta tapan rantçılar, biraz vicdan sahibi olsalardı; o salonlarda insanların dünyayı gördüğünü anlardı. Ama yazık ki kafa; şatafat, saltanat günleri özleminde! Belki artık dar gelirli bir aile tiyatroya gidemeyecek, umurlarında mı, değil. Amaç belli; AKP’li meclis üyeleri sorgulamayan, yaşamdan haz duymayan nesil istiyor!

‘Fındıkkıran’ı izlerken umudum yeşerdi bunca olumsuzluğa inat. Sanat kurumları ve işbirlikçileri teslim olsa bile; sahnede çocuk neşesi, sevinci ve umudu vardı. Biliyorum; Yılmaz Hoca Eskişehir’i yobazlığa teslim etmez. Ama Devlet Tiyatrosu Genel Bişeyi Nejat Birecik ve Opera Bale Genel Müdürü Selman Ada için aynı şeyi söyleyemem.

Bu arada; Eskişehir’de köpekler ve insanlar özgür, mutlu yaşıyor.