Bir depremle mi sonuçlanacak bilmiyoruz ama yeni Türkiye’nin bütün fay hatlarının harekete geçtiği, birden fazla noktada ciddi bir enerji yoğunlaşmasının yaşandığı ve kırılmalara hazır olmak gerektiği kesin. Önümüzdeki beş on yılı belirleyecek çok ciddi siyasi gelişmeleri, kavgaları, krizleri, hadiseleri yaşayacağımız bir döneme girdiğimiz görülebiliyor.

Öncelikle “rejim krizi”ne bir bakalım. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin neticesinde ülkenin fiilen saraydan yönetilmeye başlanmasının ardından çıplak gözle görünür hale gelen bu kriz, AYM’nin tahliye kararlarının ardından muazzam bir derinlik kazanmış durumda. Anayasal düzenin tepesindeki iki kurum, anayasal düzen üzerinden bir kavga veriyor ve esas meselenin ise hukuk değil bir iktidar savaşı olduğunu herkes biliyor.

Tahliye kararlarını veren hâkimlerin Gül tarafından atandıklarına yapılan vurgu da, mahkeme başkanının cemaatçi olduğu iddiaları da söz konusu savaşın bir parçası. Gül’ün düzen güçlerinin önemlice bir bölümü tarafından “mesih” konumuna getirilmiş olması akla getirildiğinde bu şaşırtıcı değil. Darbe üzerine darbe aldığı halde gücünün önemlice bir bölümünü korumaya devam eden Cemaatin ise “saray-sonrası dönem”de yeniden iktidar bloğunun içinde yer alacağı günleri beklediği ve bütün yatırımını buraya yaptığı görülebiliyor.

Kürt hareketi de devletin sahipliği için birbirine güren güçler arasındaki kavganın farkında ve savaş siyasetinin yürütücüsü olduğunu düşündüğü sarayın karşısındaki güçlere, yani Gül kliğine farklı birçok kanaldan mesajlar gönderiyor. Nurettin Demirtaş’ın “özerklik karşılığı Gül ilk başkan olabilir” yazısı da, Cemil Bayık’ın sözleri de, Veysi Sarısözen’in köşesinden “küskünler”ce çıkarılan yeni gazeteyi kastederek yaptığı “Karar’lı olun” çağrısı da ortada kolektif bir tutumun olduğunu gösteriyor.

Osman Baydemir’in “askeri darbeyi önleme çabası içindeyiz” açıklamasını da bu bağlama oturtmak gerekiyor. Daha önce bu köşede sorduğumuz “bu bahar kanlı mı gelecek” sorusunun yanıtının “evet” olduğuna dair işaretler maalesef ki çoğalıyor. Şehirlerdeki savaş devam ederken, kırda da bahara hazırlık yapılıyor; devlet “bahar temizliği”nden, Kürt hareketi ise “Kürt baharı”ndan söz ediyor. HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve legal siyaset alanının kapatılması an meselesi. Böylesi bir konjonktürde, “darbe” sözcüğü de giderek artan bir şekilde dillendirilip ihtimaller arasına dâhil ediliyor.

Yıllardır “vesayetle mücadele”nin ekmeğini yiyen ve her daim ABD’nin fahri Türkiye konsolosu gibi çalışan Cengiz Çandar’ın geçtiğimiz günlerde ordu için “bu rolü, artık, bir kez oynayabilir. Düdüğü çalar. Oyunu durdurur” diye yazmasının temelsiz ve nedensiz olduğunu düşünebilir miyiz?

Peki kayyum atanmasından hemen önce Zaman yazarlarından birinin, köşesinde Fethullah Gülen’in 12 Eylül’ün hemen öncesinde Sızıntı’da yayınlanan “müjde yazısı”nı tekrar yayınlamasını ve sonuna da “şimdi de 36 sene sonra, diyorum ki: Yusuflara müjdeler olsun!..” cümlesini eklemesini nasıl değerlendirmeliyiz?

Cemaat operasyonu yapılmayan tek kurum olan orduya da artık sıranın geldiği, bu seneki YAŞ’ta ciddi bir Cemaatçi temizliği yapılacağı, Cemaatin ise bu tasfiyelere karşı bir takım önleyici hamleler planladığı iddiaları ayyuka çıkmış durumda. Yandaş medyada ise ardı ardına “Cemaat darbeye hazırlanıyor” minvalinde yazılar yazılıyor ve “bahar savaşı”nın bu darbenin gerekçesi yapılacağı iddia ediliyor.

Böylesi bir konjonktürde, ABD’nin eski Türkiye büyükelçilerinin “Erdoğan istifa etmeli” diyen bir yazı yazmaları, Obama’nın Erdoğan’la ilgili The Atlantic’te yayınlanan sözleri, Rusya’dan yapılan açıklamalar ve AB içindeki Türkiye tartışmasının büyümesi krizin uluslararası boyutuna dair önemli ipuçları veriyor. Sanki herkes, yaklaşmakta olan bir şeyi bekliyor, planlarını ona göre yapıyor.

Tüm bu hadise ve iddiaların gelip dayandığı yer ise başkanlık ve yeni anayasa. Hem içerideki ve dışarıdaki aktörler, en kaba haliyle “başkanlıkçılar” ve “parlamenter sistemciler” diyebileceğimiz iki kampa bölünmüş durumda ve nihai hesaplaşma başkanlık üzerinden yaşanacak. 330 vekile ulaşılıp ulaşılamayacağı kadar, ulaşılamasa bile Erdoğan’ın “kurucu iktidar” iddiasıyla ülkeyi resen referanduma götürüp götürmeyeceği de, buna diğer aktörlerin vereceği tepkinin ne olacağı da bir soru işareti olarak karşımızda duruyor.

Peki, filler tepişirken çimenler ne yapacak, halk olan biteni dışarıdan mı izleyecek, yoksa gidişata müdahale mi edecek? Bu sorunun yanıtının ne olacağını biraz da toplumsal muhalefetin tutumu belirleyecek; gelmekte olanı görmemiz ve “ne yapmalı” sorusuna acilen bir yanıt vermemiz gereken günlerdeyiz.