Fransız dilinde “Türk kafası” (tête de Turc) diye bir deyim vardır. Kökeni yüzyıllar öncesine, Fransız soyluların hedef tahtasına bir paşa resmi koydukları atış talimlerine kadar uzanır. “Şamar oğlanı” demektir. Bugünlerde dünya basınında 1915’in yüzüncü yıldönümü dolayısıyla çoğalan Ermeni Soykırımı yazıları bana bu deyimi hatırlattı ve bu ırkçılık kokan deyimin aynı zamanda bir “mağduriyet”i de ifade ettiğini düşündüm. Tam da Türklerin sadece Ermenileri kırmakla değil, daha bir sürü cürümle suçlandıkları ve “Türküm” demenin, kimilerince “ulusalcılık” ve neredeyse bir çeşit faşistlik olarak algılandığı bir ortamda... Öyle ya, herkesin her türlü suçtan sorumlu bulup vurduğu bir kafa, elbette “mağdur” bir kafa sayılmalıdır.

Kuşkusuz bu mağduriyeti yüz yıl önce Ermenilerin uğradığı feci mağduriyetle kıyaslayacak değilim. O apayrı bir olay ve kendi hesabıma hemen şunu eklemeliyim: 1915 kırımını –bu konu Türkiye’de tamamen tabu iken- çeşitli yönleriyle tartışan araştırmam yayımlanalı yirmi yılı geçti. O günlerde kitabım hakkında tek olumlu yazı da AGOS’ta çıkmıştı. Açıkçası, herkesin bu konuda konuştuğu bir sırada ben de birkaç şey söylemek ihtiyacını duydum.

• • •

Soykırım kavramı aslında hukuki bir kavramdır ve 9 Aralık 1948’de BM’de kabul edilen bir konvansiyonda beş madde halinde tanımlanmıştır. 1915’te Osmanlı Ermeni Cemaati’nin yaşadıkları da hiç kuşkusuz bu maddelerden en az üçüne uymaktadır. Unutmayalım ki bir maddeye göre, “ulusal, ırksal, etnik ya da dini bir grubu”, tamamen veya kısmen “fiziki planda yok olmaya neden olacak koşullara” sürüklerseniz, bu da bir soykırım fiili sayılmaktadır. Eğer siz on binlerce insanı, çoğu kez at ve eşek sırtında, binlerce km’lik bir yolculuğa zorlamışsanız, “bu bir ‘tehcir’dir; ölenler hastalandı öldü” diyemezsiniz. Yolculuk sırasında yapılan saldırılar ve bir kısmı devlet görevlileri tarafından işlenen cinayetler de tuzu biberi.

• • •

1915 yılında Ermeni Tehciri’nin yol açacağı felaketi önceden görerek buna engel olan Türk idarecileri de olmuştu ve bunların sayısı da az değildi. Ankara Valisi Mazhar Bey, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey, Erzurum Valisi Tahsin Bey ve Konya Valisi Celal Bey bunlar arasındaydılar. Aynı direnci gösteren bir sürü de kaymakam çıkmıştı.

Bu vicdanlı ve yürekli idarecilerden Konya Valisi Celal Bey, kendisine “milli mefkûre”den söz eden İttihatçı liderlere “Hangi milli mefkûre?” diye haykırmıştı; “Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir.” Aynı Celal Bey, 1919’da Vakit gazetesinde yayımlanan anılarında tehciri yorumlarken, “Bir çeteci her şeyi yapabilir; diyordu; çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler.” Ve yine Celal Bey, Rusların Sakarya havzasına asker çıkaracağını; Ermenilerin de bunlara yardım edeceğini ileri süren İttihatçı tezlere de şu yanıtı vermişti: “Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? (...) Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü?.. Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler”. (Ayşe Hür alıntılıyor, Radikal, 28 Nisan 2013).

Tehcire direnen Türk idarecileri büyük baskılar altında kaldılar; hatta bu yüzden idam edilen kaymakamlar da oldu. Oysa bu ülkede, zamanında, zalimler adına değil de bu yiğit idareciler adına abideler dikilebilseydi, herhalde bugün “insan hakları” açısından da hayli farklı bir noktada olurduk. Bu yüzden derim ki, gelin bugünlerde 1915 faciasını, suçluluk kompleksinden kaynaklanan fevri ve çelişik tepkiler içinde değil de, ortak demokratik değerler bağlamında, kahraman mülkiye amirlerimizin manevi mirası ile birlikte analım.