5G Paniği

COVID-19 salgını ilerledikçe kaygımız artıyor. Kaygımız arttıkça zihnimizde olmadık şeyler kurmaya başlıyoruz. İster evde oturalım, ister çalışmak için dışarı çıkmaya mecbur olalım, zihnimizi salgından uzak tutmakta zorlanıyoruz. Haberler, gerçeğiyle yalanıyla, yağmur gibi yağıyor üstümüze. Doğruyla yanlış, kesin ile muğlak, uzman bilgisi ile uydurma birbirine karışıyor. Korkunun hakim olduğu, diken üstünde oturduğumuz zamanlarda her türlü ürkütücü hikayeye inanmaya hazır oluyoruz.

Bir örnek olarak, hayatın normal akışı içinde kimsenin inanmayacağı, deli saçması bulacağı bir komplo teorisinin son bir iki haftada yaygınlaşmasını verebiliriz: 5G telefon şebekesinin COVID-19 salgınına neden olduğu iddiası.

Teknolojinin sağlığı bozduğu örnekler yok değil elbette. Sanayi atıkları, hava kirliliği, aşırı kullanılan tarım ilaçları… Ama bunların hepsi kimyasal maddelerin, yine bir kimyasal madde torbası olan bedenimize yaptığı etkiler. Dijital radyo sinyallerinin bir salgının doğrudan sebebi olduğu iddiası epeyce orijinal bir komplo teorisi.

5G’nin hastalığa ne yoldan sebep olduğuna dair iddialar çok çeşitli ve tutarsız. Benim rastladıklarımın bazıları şöyle: COVID-19, 5G şebekesinin kurulduğu yerlerde yayıldı. Koronavirüs 5G sinyalleriyle aktifleştirildi. Koronavirüs aslında yok, hastalık semptomlarının sebebi 5G sinyalleri. 5G frekansı, oksijen atomlarının kana bağlanmasını engelliyor.

“Oyun böyük!” gibi görünüyor. Peki bu kadar korkulan şeytan işi 5G nereden çıktı?

Kablosuz iletişim, bir elektromanyetik dalga olan radyo sinyallerinin uzayda yayılmasıyla sağlanır. Eskiden beri kullandığımız telsizler, radyolar, TV yayınlarının yanı sıra, daha yakın zamanlarda kullanmaya başladığımız uydu iletişimi, WiFi ve cep telefonu şebekesi de radyo dalgaları kullanır. Seçilen dalga boyu, iletişimin menzilini ve kapasitesini belirlemekte etkili olur. Uzun boylu (düşük frekans) dalgalar uzak mesafelere ulaşabilir, binalar gibi engellerin etrafından dolaşabilirler, ama aktarabildikleri bilgi miktarı azdır. Telsizler ve FM radyo böyledir. Kabaca, daha kısa boylu (yüksek frekanslı) dalgalar ile daha hızlı bilgi aktarılabilir, ama daha kısa mesafede etkilidirler. WiFi bağlantınızın odadan odaya zayıflamasının sebebi budur.

Cep şebekesi bağlamında 3G, 4G, 5G gibi tanımlar, iletişim sisteminin teknik ayrıntılarına dairdir. Sinyalin dalga boyu burada önemli bir yer tutar (ama sinyallerin nasıl hazırlandığı, aktarıldığı, kodlandığı gibi bir yığın başka ayrıntı da önemlidir). Yeni 5G sistemi, mevcut 4G şebekesine göre daha yüksek frekanslarda (daha kısa dalgalarda) çalışıyor. Bunun sonucu olarak çok daha fazla veri taşıyabileceği, daha hızlı iletişim kurulabileceği, çok sayıda cihazın birbiriyle otomatik konuşabileceği söyleniyor. Peki 5G, yukarıda söylenen korkunç olaylara sebep olabilir mi?

Uzmanlar bu tür teknolojilerin biyolojik etkisini incelerken 4G veya 5G olmasına değil, altında yatan fiziğe bakıyorlar. İncelenen soru şu: Radyo frekanslarındaki elektromanyetik dalgaların biyolojik etkileri nelerdir?

Bu soru 5G’nin çok öncesinden beri soruluyor. Yapılan detaylı incelemelerin sonucu, sinyal şiddetine bağlı olarak, ısıtma dışında canlı dokuda bir etki yapmadığı. Cep telefonunda bu ısıtma etkisi çok düşüktür; pencere yanında oturduğunuzda yüzünüzü ısıtan güneşten çok daha az. WiFi’nin etkisi daha da az. Radyo frekansındaki elektromanyetik dalgaların beyin kanserleri gibi hastalıklara sebep olduğuna dair hiç bir kanıt bulunamadı, çok kapsamlı çalışmalarla incelenmesine rağmen.

“Radyasyon” kelimesi korkutucu bir tepki yaratsa da, her radyasyon aynı değil. Görünür ışıktan daha yüksek frekanslı mor ötesi, X ve gamma ışınları “iyonize edici radyasyon” olarak tanımlanır. Bu ışınlar atomların elektronlarını koparabilir, kimyasal bağları kırabilir, deriden içeri nüfuz edebilirler. DNA’yı kırmaları durumunda kansere yol açmaları ihtimali vardır. Buna karşılık görünür ışıktan daha düşük frekanslı olan radyo dalgaları, mikrodalgalar ve kızılaltı ışıma “iyonize edici olmayan” radyasyon tipidir. Dokularımızdaki kimyasal bağları koparamazlar. 5G sinyalleri de, nispeten yüksek frekanslarına rağmen iyonize edici olmaktan çok uzaklar. Isıtma etkisinin zararlı olup olmadığına dair çalışmaları tartışmayı başka bir zamana bırakıp, COVID-19 bağlamındaki komplo teorilerine dönelim.

Virüs 5G sinyalleri ile oluşturulmuş, veya tetiklenmiş olabilir mi? Her şeyden önce, SARS-CoV-2’nin koronavirüs ailesinin bir parçası olarak doğal evrimle ortaya çıktığı biliniyor. Genomu tamamen yayınlandı ve zaman içindeki değişimi de takip ediliyor. Uzmanlar laboratuar yapımı olmadığından eminler. Kaldı ki dijital elektromanyetik sinyallerle bir virüsün yaratılmasının veya harekete geçirilmesinin hiç bir yolu yok. Fizik ve biyokimyada bilinen böyle bir işlem yok.

En basitinden en karmaşığına, canlılar birer kimyasal makine gibi çalışırlar. Genlerin aktifleştirilmesi, hormonların salgılanması veya durdurulması, kısaca bütün hayat süreçleri, moleküllerin birbirleriyle bağ kurması ve bu bağların koparılmasıyla yürür. Kimyasal etkisi olmayan, üstelik deriden içeri nüfuz bile edemeyen 5G radyo dalgası bu süreçlere müdahale edemez.

Bu bahsettiklerim temel fen bilgisi sadece. Elbette temel bilgi her şeyi bilmek demek değil; ama bu temel bilgimiz hiç olmazsa bizi biraz yavaşlatmalı, bu iddialara inanmadan önce uzman görüşlerini okumaya yönlendirmeli. Ne yazık ki birçok kişi bunu yapmıyor; komplo teorisyenlerinin “büyük resim” hakkındaki desteksiz masallarını gazete köşelerinden, TV’den, vloglardan milyonlara yayıyorlar. Eleştirilere karşı “ben sadece tartışmaları aktarıyorum, soru soruyorum” deyip minder dışına kaçsalar da, tartışmaları aktarmanın da bir sorumluluğu olduğunu hatırlamak gerek. Temel bilimsel gerçeklere ve akla aykırı şeyleri yaymanın vebali çok büyük olabilir.

Salgının 5G şebekesinin işletildiği yerlerde yayıldığını gösteren haritaların paylaşıldığına rastlıyoruz. Bu bilgiler ne kadar güvenilir bilinmez, ama Türkiye gibi 5G bulunmayan yerlerde de salgın çok şiddetle ilerlediğine göre, hastalık ile 5G arasında böyle bir bağlantı yok.

Dahası, bazıları virüs falan olmadığını, COVID semptomlarının aslında vücudun 5G sinyallerine verdiği tepki olduğunu söylüyorlar. Bu fantastik iddiaya göre öksürük, yüksek ateş ve solunum yetmezliğinin sebebi sadece elektromanyetik dalgalar. Radyo dalgalarının böyle bir fizyolojik etkisinin bulunmadığını bir an için görmezden gelsek bile, bu iddiaya inanmak için binlerce hekimin, araştırmacının ve Dünya Sağlık Örgütü’nün olmayan bir virüsle mücadele edecek kadar akılsız olduğunu varsaymamız gerekiyor. 5G kullanılmayan Türkiye’deki vakalar ve ölümler de herhalde sadece kuruntudan kaynaklanıyor!

Fantastikliği bir adım öteye taşıyanlar da var. Mesela, oksijen moleküllerinin 5G’de kullanılan frekanstaki enerjiyi emdiği, bu yüzden nefes aldığımızda kanımıza karışmadığı ve organlarımıza oksijen alamadığımızı savunanlar. Buna destek olarak, bağlamından koparılarak çarpıtılan, aslında bambaşka bir şey söyleyen grafikler de sunulabiliyor. Her halükarda, aldığımız nefesteki oksijenin ne kadar enerjik olduğu önemli değil. Bir yaz gününde soluduğumuz sıcak havadaki oksijen moleküllerinin enerjisi daha da fazla. Ciğerlerimize gidene kadar vücudumuzla termodinamik dengeye gelecek ve normal kimyasal tepkimelere girecektir

5G’nin insanların zihinlerinin yönetilmesi için kullanıldığını, 5G’nin insanların zehirlenip ve kanser edilerek topluca öldürülmesi için hazırlanan bir plan olduğunu ileri sürenler bile var. Ve tabii ki bu soykırımı yürütenler her zamanki gibi “dünyayı yöneten” gizli gruplar! Bu iddiaların imkansızlığı bir yana, 5G’nin gelişimine dahil olan binlerce mühendis, bürokrat, hekimin kendilerine de zarar verecek bir kumpasa ses çıkarmadan nasıl katıldıkları, birbirine rakip ülkelerin neden bir kitle katliamında sessizce işbirliği yaptığı soruları cevapsız kalıyor.

Kaygı zamanlarında insanların böyle teorilere sarılması bir kontrol arayışından kaynaklanıyor olabilir. Eğer hastalık bir virüsten kaynaklanıyorsa bireysel olarak yapacak bir şey yoktur. 5G teknolojisinin sonucuysa, buna karşı bir eyleme geçmek mümkündür: 5G yasaklatılır, hastalık biter. Ama hakikat bu kadar basit değil; bu kontrol arayışı beraberinde bir sürü mantıksız ve bilim dışı varsayımı kabul etmeyi gerektiriyor. İçimizi rahatlatalım derken akıldan uzaklaşıp paniğe kapılarak daha büyük bir batağa gömülebiliyoruz. Bazen kontrol bizim elimizde değildir ve yapılabilecek tek doğru iş, bilimsel verilere uyarak beklemek olabilir.