Adalet: İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte...

Türkiye’de hangi sıkıntıyı ele alırsanız, altını hafif kazıdığınızda işlemeyen adaletin izini göreceksiniz. Sadece AKP iktidarı döneminde yaşanan bir durum da değil üstelik. Kutuplaşmanın artması, “Adamlarımı yedirmem” anlayışının son yıllarda neredeyse yönetim anlayışının ana ilkesi halinde gelmesiyle, hesap verebilirlik kavramı gitgide flulaşıyor.

Demirel’i, İlksan arazisi için “Verdimse ben verdim” demesinden dolayı yıllarca suçlayanlar; bugün terör örgütü ilan edilen tarikata “Ne istediniz de vermedik?” ifadesinde bir sıkıntı görmüyorlar. Adalete hesap vermektense, “Allah da milletim de affetsin” söylemini, samimi bir yaklaşım olarak buluyorlar. Adaletin de böyle tecelli ettiğini düşünüyorlar.

Bu girizgâhın devamında, siyaset yok. Ancak siyasetin baskın bir şekilde etkilediği yargı alanına ilişkin bir meseleye çıkacak yolumuz. Oldukça sıradan bir şeye; yağmura. Dün, bu satırların yazıldığı dakikaya kadar -şükürler olsun ki- İstanbul’u teslim alan birkaç saatlik yağmurda can kaybı yaşanmamıştı. Ancak ülkenin kalbinin attığı, ekonomisinin büyük ölçüde şekillendiği kent, yaz yağmuruyla üçüncü dünya ülkesinin büyükçe bir kasabasına dönmüştü.

8 sene önce ne olmuştu?

Kent tarihindeki ilk sel değildi dünkü. Bilime, doğanın yasalarına ve altyapının gerekliliğine yüz çevirenler; otoban kenarındaki duvarların peyzajına, üzerine “…. yılında yaptırılmıştır” levhası astıkları kavşaklara milyonlar yatırmayı tercih ettikçe de son felaket olmayacak. Mesele sadece, siyasetin bizim vergilerimizi oy alacağı makyaj projelere yatırmasından ibaret değil. Ne sandıkta, ne de mahkemelerde hesap sorulamadıkça, dünkü kadar şanslı olmayacağız.

Çok uzağa değil. 2009 yılına gidelim. Türkiye’yi de İstanbul’u da aynı kadroların yönettiği bir yıla. Yine bir yağışla gelen felaketi hatırlayalım. Trakya’da başlayan ve 9 Eylül günü İstanbul’a ulaşan şiddetli yağış nedeniyle dereler taştı. 31 kişi can verdi! Özellikle İkitelli’de Ayamama Deresi’nin çevresindeki TIR parkında, tekstil atölyelerindeki mesailerinden dönen işçiler, bindikleri servisin sel sularına kapılmasıyla feci halde can verdi.

İşte bunlar hep ‘iklim’

Dere yataklarında yapılaşmaya açıkça göz yumulması, onlarca cana mal olmuştu. Ancak o dönem Başbakan olan Erdoğan, “Metrekareye 180-285 kilo yağmur düşmüş. Olsa olsa yüzyılda bir olur” diyerek, yağmuru suçlu ilan etmişti. O günlerde de Belediye Başkanı olan Kadir Topbaş ise “Spreylerin gazı ozon tabakasını deliyor” diyerek iklim değişikliğini işaret etmişti. Siyasetçilere bakınca yağmur sadece bizde öyle yağıyordu, ozon da sadece bizim üzerimizde deliniyordu. Malum, sprey deodorant kullanmayı pek seven bir milletiz çünkü.

Siyasetin yaklaşımı böyle olunca, yargının kimseden hesap sormasını beklemek fazlaca naif kaçıyor değil mi? Dünkü manzaralardan sonra 2009’daki dava sürecini inceledim. Ne Büyükşehir Belediyesi’nden, ne de Küçükçekmece Belediyesi’nden hiç kimse o facia yüzünden ceza almamış. İki kişinin can verdiği TIR garajının sahibinin 15 yıl hapsi istenmiş, o da 2014’te beraat etmiş.

Rant için kentlerin katliamına göz yummaya devam edecekler belli ki. Adalete hesap vermek gibi bir niyet de zinhar söz konusu değil. Siz yine iyisi mi Kadir Abi’nin sözünü dinleyin, ozon tabakasını delmemeye çalışın.

*****

Sorusu eksik bir manşet zamansız bir açıklama

Her gün kendi sayfalarına, yayın yönetmeninin ağzından “Bakın 15 Temmuz haberlerini en iyi ben veriyorum” övgüleri koyan Akşam, dün toparlama bir manşetle çıktı. “İhanete 5 kala” başlıklı manşette yer alan 5 aşamanın hepsi, daha önce farklı gazetelerde yayınlanmış olmasına rağmen, özel haber süsüyle verilmişti.

Manşet özetle, hem Ağustos’taki YAŞ’ta, hem de bir kısmının İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı tasfiye edileceğini öğrenen cemaatçilerin, darbe tarihini erkene çektiklerini anlatıyor. Haberin kurgusu şöyle:

adalet-iste-bu-yuzden-sirf-bu-yuzden-iste-322344-1.10 Temmuz’da çalan alarm

»Habertürk muhabiri Neşet Dişkaya’nın Haziran’ın 23’ünde duyurduğu gibi, İzmir’de Başsavcı Vekili Okan Bato, 10 Temmuz’da 20’si general 50 kişi için gözaltı listesi hazırladı. Liste Adil Öksüz’e sızdırıldı.

»Zaten YAŞ’ta tasfiye edileceğini anlayan ekip adına Adil Öksüz, sızan dosyayı da görünce 11 Temmuz’da darbe tarihini öne çekmek için ABD’ye gitti.

»14 Temmuz’da döndü, Çukurambar’da TSK’daki kritik isimlerle buluştu ve darbenin ertesi gün yapılacağını duyurdu.

Öksüz, solcu sendikacı olsaydı

Akşam’ın bu parçaları birleştirerek toparlaması gayet iyi olmuş. Ama, sormayı unuttukları birkaç soru yok mu? Hani -kesin- unutmuşlardır, yoksa niye sormasınlar… Hatırlatmış olalım:

»Örgütün tepe yöneticisi olduğu darbeden epey önce bilinen Adil Öksüz’ü takip etmek kimsenin aklına gelmemiş mi? Solcu bir sendikacı, Kürt bir siyasetçi olmadığı için mi ıskalandı?

»ABD’ye gidişinde, dönüşünde, lüks arabasıyla Ankara’da askerlerle buluşmaya gittiğinde yakalansaydı, 250 vatandaşımızın hayatına mal olan bu darbe (girişimi) önlenemez miydi? Böylesi bir istihbari ihmalin faturasını kimse ödemeyecek mi?

Yıldırım neden şimdi konuştu?

Peki, Başbakan Yıldırım’ın Hürriyet’in “15 Temmuz Özel Eki” için verdiği röportajda ettiği cümle unutulacak mı? Dün Ertuğrul Özkök, köşesinde öne çıkardı. Başbakan, “15 Temmuz akşamı 22.30-23.00 arası MİT Müsteşarı ile konuştum. Ne bana ne sayın cumhurbaşkanına darbeyle ilgili bilgi vermedi” diyor. Devleti yönetenlerin ağzından ilk kez mealen şunu duyuyoruz: “İhbarcı binbaşının MİT’in kapısını çaldığı 14.20’den, 8 saat sonra bile darbe girişiminden haberdar değildik.”

Durumun kendisi de, Yıldırım’ın bunu bir yıl sonra açıklamış olması da tuhaf gelmiyor mu?