Alaca karanlıkta bekliyoruz öylece...

Gelişen olayların yoruma ihtiyacı olduğunu sanmıyorum; herkesin gözünün önünde olup biteni çözmeye çalışmanın da anlamı yok. Ama şu iki üç gün içinde öğrendiğimiz bir şeyler olmalı. Her şeyden önce şu anlamsız “giderler mi kalırlar mı?” bilmecesinden kurtulmakta yarar var. Bu doğru bir soru değil. Doğrusu, “biz gidecek miyiz?” olmalıdır. Gideceksek, bu bugüne kadar biriktirdiğimiz, söz uygun düşüyorsa tüm “müktesabatımızı” çöpe atacağız demektir. Üstelik unutmamalı, geri döndüğümüzde, dönebilirsek eğer hiç bir şey bulamayabiliriz.

Bu sıkıntılı, çözümsüz gibi görünen durumda, sürekli rejim içinde beliren anlaşmazlıkları gözlediğimizin, halimizin denize düşenin haline benzediğinin farkında mıyız? Bu nedenle hayat ağacının yeşilinden çok karamsarlığa, griye daha uygun düşen “teorik zorlamalara”, “zorunluluklara” pirim veren alıntılar aramıyor muyuz? Gerçekten de kavganın tanığıyız ve o kavga bizim üzerimizden yürütülüyor. Bizler bir anlamda o çatışmanın, sonucu umutla bekleyen tanığı bile değil, bu lafı sevmem ama gerçeği daha iyi anlatıyor, kurbanlarıyız.

Kavganın büyük olduğu anlaşılıyor. Anlaşılması zor olan, rejimin kendi içinde neden bu kadar kanlı bıçaklı kavgaya giriştiğidir. Ama zaten bu kavga başından beri böyle değil miydi? Bir darbe ile birbirlerine girmediler mi, birbirlerinin foyasını boyasını en sert yöntemlerle kasetlerle, dinlemelerle ortaya saçmadılar, en sert savaşı “yargı” alanında vermediler mi? 1950’lerden bu yana kemirilmiş Cumhuriyet'i “dönüştürmenin” birinci koşulu Kurtuluş ve Kuruluş’un güçten düşmüş asker - sivil “kuvvetlerini” devreden çıkarmaktı; birlikte, direnişin güçsüz ve “meşruiyetçi” olması nedeniyle hedefe ulaşmaları kolay oldu, kısa sürede kazandılar. “Dershaneler muharebesine” gelindiğinde ise ortaklık bitmiş, işler karışmış, içinden çıkılmaz hale gelmişti.


Uzlaşma çabaları sonuç vermedi; kendilerine çok güvenen darbeciler umarsız bir işe giriştiler, terörle sonuç alırız, üç beş generalle işi bitirir, sonra da büyük bir kıyamla ortalığı dümdüz ederiz sandılar ama olmadı. İşte o gün kendini korumayı başaran ama aynı nedenle güç yitiren iktidar elde ettiği bu büyük fırsatla, daha başka amaçlara da ulaşabileceğini gördü. Kürt meselesinde siyasi olanı baskıyla devre dışı bırakıp savaşı seçerken ideolojik hedeflerine, stratejik programına biraz daha yaklaşabilmek için her fırsatı değerlendirdi; solculara, demokratlara saldırma hedefine kilitlendi. Böylece hem taban klasik, “kadim düşman”la; üç K ile, “Kürt-Komünist-Kızılbaş”la savaş bahanesiyle konsolide edilebilecek, seçmen kaybı önlenebilecek, hem de yandaş medya üzerinden etkin, yaygın bir propaganda sürdürülebilecekti.

Öyle yaptılar. Süreç Cumhuriyet gazetesi yazarlarına yöneticilerine açılan dava ile başladı; arkası geldi, akademisyenlere saldırılar, üniversitenin boşaltılması, öğrencileri hedef alan baskılar, Gezi, Grup Yorum davaları, sosyalist, ilerici, demokrat gazetecilere açılan çok sayıda soruşturma, gözaltılar, tutuklamalar birbirini izledi.

Tarih anlatır yalnızca, umut vermez

Ama bu arada başka şeyler de oldu. Tarih hiçbir zaman tek bir gücün mutlak egemenliği altında sürüp gitmez. Gücünü nesnel koşullardan alan kendiliğinden gelişmelere, kaçınılmaz hatalar, sol-demokrat muhalefetin kül içinde de olsa da hâlâ yanan ateşi, bir türlü tükenmeyen itirazlar, alt edilemeyen, iyice zayıflamış olsa da ideolojik-kültürel üstünlüklerin direnci eklenir. Bu süreçler hiç bir zaman yalıtılmış, açık, duru tek yanlı süreçler değildir; kimi zaman acısını hep halkın çektiği iç içe geçmeler, solun nedensiz değilse de yüzeysel anlaşmazlıkları, kendi içlerinde irili ufaklı çatışmalar, kaçırılmış fırsatlar da görülebilir, görülmüştür, görülmektedir hâlâ.

İktidar kavgası bir yandan demokrat ama güçsüz, kararsız, niyetsiz muhalefetle rejim arasında sürerken, darbecilerin kalıntıları ile iktidar sahipleri arasındaki çatışma da hızlanmaya başlamıştır. Bir yandan çoğunluğu tehlikeye sokan yeni partiler kuruluyor, ideolojik hedefler tartışılır hale geliyor, öte yandan yöntem konusundaki iç tartışma tehlike işaretleri veriyor. Yeni kurulanlar bir yana tetikçiliğin bedelini isteyenlerin, kararı dikte edenlerin sayısı arttı.

Bu türden rejimlerde iktidarı yitirme korkusu içerde tartışmayı da beraberinde getirir. Tek parça değiller artık. Biliyorlar ki bu iş uzarsa bürokratlar arasında olup bitenlere ortak olmama eğilimi ufak ufak kendini göstermeye başlayacaktır. Sertlik yanlıları, gayri meşru olsa bile daha fazla “hareket” tavsiye edenler de kendilerini göstermenin yollarını arıyorlar. Bu onlara iktidarda daha fazla pay sahibi olma kapısını açacak, gelecekteki muhtemel çöküşü önleme imkânı verecek; öyle düşünüyorlar yani...

İşte tüm bu gelişmeleri değerlendiren, sürekli güç yitirdiğini fark eden iktidar hem gittikçe azalan kitle desteğini koruyabilmek istiyor, hem de muhalefeti son bir darbe ile bitirmek niyetinde. “Rubikonu” geçtiler. Bundan böyle göstermelik ya da değil, sınırlar ötesi de dahil her şeyi denemek zorundalar, başka çare göremiyorlar.

İktidar artık tek parça değil mi? Tek bir merkez yok mu artık? Görünen içerde kavganın hızlandığıdır. Merkezdeki “güç” iç dengelere göre sık sık karar değiştiriyor. Otoritesini yitirdi mi peki? Belki, sanmıyorum, bilmiyorum.

Benim bildiğim; tanıkların, tanık bile olamayan kurbanların bu süreçleri yönetemeyecekleridir.

Alaca karanlıkta kanat sesleri

Her neyse ya da niyeyse, her şey herkesin gözünün önünde olup bitiyor; anlaşılan odur ki, mesele “meşruiyet” meselesinde düğümleniyor. İktidar sahiplerinin meşruiyet aramadıkları ortada. Okurlarımı bıktıracak kadar Carl Schmitt’ten söz ettim son zamanlarda; ama ben ne yapayım ki, başımıza gelenler Carl Schmitt “öğretisinin” bire bir kopyasıdır. Olağanüstü hali süreklileştiren otoriter rejimlerde “karar veren kimse egemen odur” diyen o değil mi? “İstisnanın sürekliliği” ya da “düzenin bekası için hukukun devlete ayak bağı olmasını önlemek gerektiğini” savunan Schmitt, gittikçe yoğunlaşan sıkıntının, bunalımın içinde gelecek arayan ama bulamayan sisteme, çılgınlaşma eğilimi gösteren alt rejimlere Hitler dönemi karanlığından yol göstermiyor mu?

Sonlandırırken bu yazıyı, başta söylediğimi yineleyeciğim ister istemez; konu, gidecekler mi kalacaklar mı meselesi değil, “Biz, her şeyi bırakıp gidiyor muyuz?” sorusuna yanıt verebilmektir. Sık sık yinelediğim sözü bir kere daha söylememe izin verirsen ey okur, geri döndüğümüzde, dönebilirsek eğer, nerede kaldığımız değil, değişen koşullarda geldiğimiz yer önemli olacaktır. O yer iyi bir yer olmayabilir.

Daha önce “zamanın ruhu” üzerine yazarken felsefenin dünyanın geleceği konusundaki hep geç kaldığını söyleyen Hegel’den bir alıntı yapmış, Marx’ın “önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğunu” anlatan ünlü 11. Tez’iyle bağlamıştım konuyu. Hegel “Hukuk Felsefesinin Prensipleri” (Sümer Yayıncılık, sf.38) eserinin önsözünde, sözlerini tamamlarken”felsefenin soluk rengiyle (hayatın) gençleştirilemeyeceğini, sadece bilinebileceğini” söyler ve der ki; “Minerva’nın baykuşu ancak gün batarken uçmaya başlar.”

İlk kez umutlu sözlerle bitiremiyorum bir yazımı. Peki bu gittikçe ölüme yaklaşan, içinde hiç bir umut kırıntısına yer vermeyen hayatı, felsefenin soluk renginden kurtaramayacak mıyız yani, bitti mi?

Her geçen gün güç yitirenler gitmek istemiyorsa, biz niye kalmakta direnmiyoruz? Akşam çoktan oldu, karanlık çöktü iyice, zamanı gelmedi mi hâlâ, uçmayacak mı artık Minerva’nın bilge baykuşu?