Amerikan sineması, milliyetçilik temeli üzerinde yükseldi. Amerika’nın kuruluş yıllarını konu alan sayısız film üretti Hollywood adlı ‘düşler fabrikası’. Kızılderililer ve siyahlar ‘kötü adam’larıydı bu filmlerin

Amerika… Amerika

Yıl 1954…

Amerika Amerika/Türkler dünya durdukça/Beraberdir seninle/Hürriyet Savaşında” diyordu tango kralımız Celal İnce… Çocukluk günlerimden hayal meyal anımsıyorum bu parçayı. NATO üyesi olabilmek için Kore savaşında Amerikalıların yanında çarpışıp, şehitler verilmesinin ülkemiz için ‘hayırlara vesile’ olduğunun gözümüze sokulduğu yıllardı…

Yıl 1963…

50’li yılların başında McCarthy’nin başlattığı ‘Cadı Avı’ sürecinde ‘Amerika Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesi’ne ifade vererek, sinemacı arkadaşları aleyhinde ifade veren Elia Kazan, “America America” adlı filminde yurdundan göç edip, Amerika’ya yerleşen Kayserili Rum ailesinin öyküsünü anlatıyordu, bir yıl önce yazdığı romandan yola çıkarak. Tabii, o filmi yıllar sonra izleyebildik. Karaköy rıhtımındaki hamalları göstererek ‘Türk düşmanlığı’ yapmıştı (!) çünkü Elia…

Kazan’ın ailesinin İstanbul’dan gemiye bindiği (1909) yüzyıl başında, bir ‘Vaatler Ülkesi’ idi Amerika… Ama, yoksullar için yaşam pek kolay değildi. Kazan’ın filminde anlattığı sorunlar, iki dünya savaşı sırasında daha da ağırlaştı. Savaş sonrasının teknolojik ve ekonomik gelişmeleri orta sınıfı büyütürken, bu sınıfın ‘Amerikan ideolojisi’ ile beslenmesi gerekiyordu. Hollywood, bu hedef doğrultusunda önemli bir misyon üstlenerek, bu ideolojiyi tüm ülkelere ihraç etmeye başladı.

Amerikan sineması, milliyetçilik temeli üzerinde yükseldi. “Hoşgörüsüzlük”ten “Bir Ulusun Doğuşu”na “Rüzgar Gibi Geçti”den “Batının Fethi”ne, Amerika’nın kuruluş yıllarını konu alan sayısız film üretti Hollywood adlı ‘düşler fabrikası’. Kızılderililer ve siyahlar ‘kötü adam’larıydı bu filmlerin. Hıristiyan değerlerin toplumda kökleşmesinde, ‘Amerikan Rüyası’nın, yalnızca Amerikalıların değil, dünyanın dört bir yanındaki orta sınıfların bilinçaltına yerleşmesinde önemli bir işlev üstlendiler. Tabii, biz de payımızı aldık bu kültür bombardımanından. Çocukluğumuz, bu filmlerle geçti… Ardından, Amerika’nın gerçek filmleri ile karşılaştık; darbeler birbirini izledi… Hep, ‘onların çocukları’ kazanıyordu. Ama, geniş kitleler bunun farkına varamıyordu. Çünkü, ‘komünizm tehlikesi’ yalanı ile uyutulmuş, ‘Amerikan Rüyası’nın karşı durulmaz cazibesine kapılmışlardı.

21’inci yüzyılda Amerika’da yaşananlar da bundan çok farklı değil. Kapitalizmin yeni bir evresine geçilirken, mavi yakalılar giderek güçten düşüyor, plazalarda çalışan yeni orta sınıf mensuplarının önünde yeni ufuklar açılıyordu. Ama, çok geçmeden ayaklar suya erdi. Kapitalizmin bunalımı giderek ağırlaşıyor, orta sınıflar bir süreliğine elde ettikleri refah düzeyinden hızla gerilere düşüyordu. Disney’in Donald Duck’ı ile büyüyen orta sınıflar için yeni bir ‘kahraman’ gerekiyordu. Donald Trump sürüldü piyasaya…

Film gibi… darbe gibi

Birkaç gün önce, ekranlarımızda heyecanlı bir film gibi izlediğimiz ‘Kapitol baskını’, Amerikan toplumunun günümüzdeki sorunlarının bir dışavurumuydu sanki. Dünyadaki üretim payı yüzde yirmilere düşen, sınıflar arasındaki uçurumun giderek derinleştiği, orta sınıfın giderek yoksullaştığı, küçük bir azınlığın ise servetine servet kattığı bir ülkede (hayır, ülkemizden söz etmiyorum!) Amerika’nın ilk yıllarının beyaz avcı kahramanlarına ve şamanlara özenen yabancı düşmanı muhafazakâr çetelerin ortaya çıkması şaşırtıcı değildi. “Amerika’yı geri almak” gibi sloganlarla kendileri gibi düşünmeyen herkesi, solcuları, demokratları, ateistleri pedofili ile, şeytanın emrinde olmakla suçlayan, ‘Pizzagate’ gibi akıl dışı komplo teorileri üreten, kendilerini Q (Qanon) olarak tanımlayan bu grubun Amerika’nın kırsal kesimindeki yoksulların çaresizliğine tercüman olduğunu söylemek mümkün. Trump destekçisi bu grubun Cumhuriyetçi Parti’nin radikal kesimlerindeki desteğinin bir günde sonlanacağını beklemiyor kimse, ama en azından demokrasinin kurumlarını tam anlamıyla ele geçirebilmiş değiller… Hiç kuşkusuz, bu darbe girişimi ve Trump’izmin felaketleri pek çok Amerikan filmine konu olacaktır yakın gelecekte.

Eleştirel yaklaşımlar

Sinema tarihi boyunca, kapitalizmin gelişme sürecine eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşan pek çok yönetmen oldu Amerikan sinemasında. 30’ların sonu ve 40’larda Frank Capra’nın “Bay Smith Washington’a Gidiyor”, “Şahane Hayat” gibi filmleri bugün bile güncelliğini koruyan yapıtlardır. 60’ların sonu ve 70’lerde Arthur Penn, Alan Pakula, Sidney Lumet gibi yaratıcı sinemacılar daha cesur bir yaklaşımla eğildiler toplumsal sorunlara. Amerikan yerlilerinin olumlu kahramanlar olarak işlendiği, ırkçılığa, emperyalist savaşlara karşı çıkan bağımsız yapımlar birbirini izledi. “Amerikan Güzeli” gibi filmler ‘Amerikan Rüyası’nın gerçek yüzünü deşifre etmeye başladılar. Amerika’nın kendine biçtiği ‘dünya jandarması’ rolünü ve Amerikan emperyalizminin tezgâhladığı darbeleri, savaşları olumlayan, şiddeti yücelten filmler ana akım sinemanın -stüdyo yapımlarının- büyük bir oranını oluştururken, rejimin demokrasi ile bağdaşmayan uygulamalarını, hatta kapitalizmin özünü sorgulayan Amerikan sinemasının yüz akı yapımlar da üretilmeye başlandı.

amerika-amerika-827239-1.
İlk İnek

Göçmenler ülkesi

2020’nin en önemli filmlerinden “İlk İnek”in Amerikan tarihine yaklaşımı, klasik Hollywood yapımlarından çok farklı. Kelly Reichardt, ‘Vahşi Batı’ya altın aramak için giden göçmenlerin öyküsünde, doğayı, doğadaki hayvanları sömürerek zenginleşen bir toplumun eleştirisini yalın ama etkileyici bir sinema diliyle aktarıyor. Amerika’da yaşayan Çinli yönetmen Chloé Zhao’nun imzasını taşıyan “Nomadland” ise, hiç kuşkusuz 2020 yılının en iyi filmi. Bir yanda, kapanan işyerlerini ve yoksulluğu, öte yanda kapitalist üretim ve tüketim normlarını, yerleşik yaşamın değerlerini reddederek, karavanlarda, gereksiz şeylerden arınmış, kendine yeten, cesur ve özgür bir yaşam sürdüren insanları belgeleyerek günümüz Amerikasına ilişkin gerçekçi bir panorama çiziyor genç yönetmen. Kapanan bir fabrikada çalışan kocasını yitirdikten sonra doğayı kucaklayan bir yaşamı seçen kadın rolünde (bizim “Mandıra Filozof”umuzun yerleşik olmayan versiyonunda) her zamanki gibi olağanüstü bir performans sergileyen Frances McDormand’ın ve filmin ruhunu özümseyen müziği ile Ludovico Eunadi’nin katkıları ile unutulmaz bir filme imza atmış Zhao. Güney’in “Yol” unu anımsatan insan manzaraları aracılığı ile aktarıyor günümüz kapitalist toplumuna ilişkin eleştirisini. Anlattıkları, geçen gün Kongre’yi basanlarla aynı sınıftan, ama farklı bir bilince sahipler. “Doların zorbalığına” karşı çıkan ve yaşam boyu ölümüne çalışmaktansa, kıt kanaat yaşamayı seçen insanları kendi sözcükleri ile yansıtıyor yönetmen: “Titanik batıyor; mümkün olduğu kadar insan tahliye sandallarına binsin” diyor. Bu çağrı, yalnızca Amerikan toplumuna değil, tüm insanlığa…