Mayalardan binlerce yıl sonra ve Orta Amerika’dan çok uzaklarda, adına Anadolu denen coğrafyada aynı gelenek sürdürülüyormuş meğer, yaşadık ve öğrendik. Öldürmeler, topluluğun birleştirici harcıdır çünkü!

Anne kalk, eve gidelim

Kış. Ortalık ayaza kesmiş. Amcalar, kuzenler tandırın etrafına sıralanmışlar. Ebem, tafanada tuluk dolduruyor, annem yeni dokuyacağı halının iplerini boyuyor. Pekmez kazanının yanında ebegümeci, asma yaprağı, ceviz ve soğan kabukları. Ben henüz doğmamışım. Dört oğlanın en küçüğüyüm çünkü, tekne kazıntısı yani… Annem üçüncü oğlunu yeni doğurmuş, adını da İlhan koymuşlar. Her oğlan doğuşunda el çırpıp alkış tutan Cemelli ebem pek mutlu, öksüz oğluna ekin için yardımcı geliyor, ne güzel! Büyük abim, İlhan’ın başında nöbetçi. İlhan bir haftadır ateşli, zor nefes alıp veriyor.

“Annem bebeğin başına bıraktı beni. ‘Kardeşini bekle, ağlarsa ağzına memesini verirsin…’ dedi, gitti. Hem beşiği sallıyor, hem de bebeğe bakıyordum. İlhan bir ara gözünü açtı ve sonra tuhaf bir ses çıkararak yumdu ağzını…

‘Anne, bebek öldü’ diye koştum aşağıya, nerden anladıysam.’’

Annem, her bahsi açıldığında ince bir sızıyla anlatırdı hiç görmediğim İlhan abimi. “Pek güzel oğlandı… Yanakları al al dı, topaç gibiydi.” Ardından biraz durur, mırıldanırdı yavaşça, “geçim derdine kurban verdik İlhan’ı…”

Hastanede içimi en çok bebek ölümleri sızlatır. Cenazeleri de kendileri gibi, gürültüsüz ve masumdur. Morgun önündeki kalabalık öylesine, üç beş kişi. Ağıt figan olmaz. Cenaze sahipleri sessizce beklerler kapıda. Ayaklarının dibinde küçük bir kutu ya da el kadar bir sanduka. Kağıtlar hızla doldurulur, mühürler çabucak basılır. Görevliden, adet yerini bulsun tarzında bir “başınız sağolsun.” Kutuya konulup götürülen parmak bebenin ardından baktığım morgun kapısı, İbrahim’in İsmail’i götürdüğü sunaktan daha yakıcı gelirdi kalbime.

Guatemala’nın dağ köylerinde yaşayan köy kadınları işe yaramayan kumaş parçalarını küçük tahta parçalarına sararak parmak büyüklüğünde bebekler yaparlar.  “Quitapenas” denilen parmak bebeklere “dertkovan bebekler” de denir. Çocuklar gece yatarken korkularını bu bebeklere anlatır ve yastıklarının altına koyarlarmış. Uyandıklarında korkuları yok olur,  parmak bebekler onların tüm endişelerini alıp götürürmüş. Şimdilerde modern insanın gündelik sorunlarına da çare olarak pazarlanan bu bebekler, Aztek-Maya kültürünün bir parçasıdır. Güneşin her gün doğabilmesi için kurbanların kanıyla yıkanması gerekliliğine inanan ve bu yüzden her gün yüzlerce bebek, çocuk ve yetişkin kurban edilen bir kültürün çocukları, korkularla uyumasın da ne yapsın?

Mayalardan binlerce yıl sonra ve Orta Amerika’dan çok uzaklarda, adına Anadolu denen coğrafyanın Maraş denilen şehrinde de, aynı gelenek sürdürülüyormuş meğer, yaşadık ve öğrendik!

Maraş’ta, 19-26 Aralık 1978’de bebek, çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek yüzlerce insan, güneşin her gün doğabilmesi için değil, “Güneş ne zaman doğacak” filmi bahane edilerek, faşist planın hayata geçebilmesi için kurban edildi. Bir hafta boyunca, ellerinde balta, bıçak ve silahlarla yüzlerce insanı öldüren katiller sürüsü, Maya rahiplerinden hiç de aşağı kalmayan bir ustalıkla kurbanlarının kalplerini çıkardılar, karınlarını yardılar. Rahiplerin obsidyen bıçakları vardı, onların keskin satırları… O günlerde ellerinden yaralı kurtulan hamile bir kadını güç bela hastaneye getirebilmişler. Görevli doktor bakın neler anlatıyor:  “Gelişigüzel ateş etmişler. Bir kurşun arkadan girip karnından çıkmış, bir kurşun da yandan girip çıkmıştı. Çocuğu aldık annenin karnından. Bir kurşun da bebeğin omuriliğinden vurmuş ve onu öldürmüştü. Çok uğraştım ama kurtaramadım anneyi.”

1938 Dersim’inde Maya rahiplerinin işini, “canlı ne görürüseniz ateş edin emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi öldürüyorduk” diyen Sabiha Gökçen üstlendi. Hafif bombardıman uçağı Breguet 19’la Munzur’un kovuklarında hayata tutunmaya çalışan binlerce Dersimliyi bombaladı, zehirli gazlara boğdu.

1938 yılında henüz 4 yaşında olan kurbanlardan birini dinleyelim: “Kadınlar, çocuklar üst üste atılmış odun yığınları gibi kasılı yatıyorlardı. Annemin beline sardığı şaldaki ekmek de, çökelek de kana bulanmıştı. Ölülerin arasında geçirdiğim günler, geceler içinde kanlı ekmeği, çökeleği yiyip bitirdim. Sabahları uyandığımda benden başka kimselerin neden hâlâ uyanmadıklarına şaşıyor, annemi uyandıramayınca ablama dönüyor, o ses vermeyince halam Fatma’ya, o da ses vermeyince halamın kızı Menekşe’ye. Ölüm nedir bilmediğim için onların uyanmalarını bekledim. O arada günler gecelerdir yaptığım gibi dönüp tekrar anneme sesleniyordum: Daye, wurze şime che! (Anne, kalk eve gidelim!)”

“Kurban sunumu”, insanlık tarihinin en iyi bildiği eylemlerden biridir ve “ortak öldürme tüm diğer topluluk üyelerini de birbirine bağlar…” Öldürmeler, topluluğun birleştirici harcıdır çünkü!

1909 Adana’sı da bu harcın en sağlam(!) döküldüğü topraklardan biridir. 14 Nisan günü Ermeni mahallesine yapılan saldırılara üçüncü gün askerler müdahale eder. Aynı günlerde İstanbul’dan gelen askeri birliğin şehre henüz yerleştiği 25 Nisan’da olaylar yeniden  başlar ve 27 Nisan’a kadar üç gün sürer. Binlerce insan ölür.

Katliamdan kurtulabilen beş ile on yaş arası yüzlerce çocuğu Mersin’de bir kilisede toplarlar. Dehşet içinde, konuşmayan, ağlamayan yüzlerce kurban. Yetimler yalnız kaldıklarında sakinleşiyor ve bazıları da birbirleriyle konuşuyorlarmış:
-Baban var mı?
-Yok.
-Annen?
-Yok.
-Benim de ne annem var ne de babam.
-Öldürdüler mi?
-Evet.
-Benimkileri de öldürdüler.
Uzun bir sessizlikten sonra biri diğerine yakıcı teklifini söyler:
“İster misin, kardeş olalım mı?”

Abilerim evlendikçe babaevinin üst katı onlara ilk ev olurdu. Baba ve tüm kardeşler birlikte işe gidilir, yemekler birlikte yenir, yeğenler evin ortasında büyürdü. Babamın en büyük korkusu ise yengelerimin yeni doğmuş bebeklerini emzirirken onların üzerinde uyuyup kalmalarıydı. Sabahları Braun marka traş makinasıyla özenle traş olurken, anneme yengelerimin de duyacağı tonda, bebeği gece emzirirken hiç uyunmaması gerektiğini anlatırdı. Mecburi hizmet yıllarında, annesinin sütüyle boğulup ölen gül kokulu bebelerin otopsisi için gittiğim uzak bozkır köylerinin yoksul odalarında, nedense babamın traş makinası gelirdi aklıma! Bir de, tepelerindeki alıcı kuşlardan kaçarken, ağlaması duyulmasın diye memesini bebeğinin ağzına bastırıp üzerine kapanan Saysenem’in yüreğindeki korku…

“Bütün mitler, dünyanın kuruluşunun ve insanın yaradılışının bir suç veya günah sonucu olduğunu anlatırlar. İlk kurucu öldürme hikâyesi Habil ile Kabil’in hikâyesidir. Hepimiz(tüm insanlık)Kabil’in çocuklarıyız.”

Gizlendikleri yeri ağlamalarıyla ele vermesin diye bebelerini boğan annelerin ah’ı, birbirleriyle kardeş olmaktan başka yol bulamayan yetimlerin çaresizliği, annesinin karnında öldürülen, daha bebek bile olamamış masumların vebali, herkesin gözü önünde kurban edilen Erdal’ın, Ali ismail’in, Berkin’in sızısı, bu toprakların kalbinden hiç çıkmayacak. Başımıza gelenler, çocuklarımıza reva gördüğünüz acıların diyetidir, bilesiniz!..

Munzur’un yamaçlarında, makineli tüfeklerin önünde, az sonra gök ekin gibi biçilmeyi bekleyen köylülere konuşan yaşlı ninenin söylediklerinden başka yapacak bir şey yok aslında:

“Ağlamayın! Çocukları arkanıza alın! Yere çömeltin! Siz ayakta durun! Varsın, çocuklarımız ağırlığımızın altında ölsün! Bu zalimlerin süngüleri masumlarımıza değmesin…”

Alıntılar:
Beyaz Dağ’da Bir Gün, Emirali YAĞAN
Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban, Saime TUĞRUL
Yıkıntılar Arasında, Zabel YESAYAN