Google Play Store
App Store
Namuslu hayat sürenleri hiçbir şey korkutamaz

Kör Kotey anlatıyor: Adım Kotey… “Kör Kotey” de derler. Önce biraz eskilerden söz etmeliyim. 1915 yılının bahar aylarıydı. 8-9 yaşlarındayım. Köydekiler pek güzel bir çocuk olduğumu söylerlerdi. Anamın kucaklamasından anlardım beni diğer kardaşlarımdan ayırdığını.

Bir sabah babam erkenden kaldırdı hepimizi. Anamın bir torbaya koyduğu ekmek, yiyecek ve üç beş parça eşyayla yollara düştük. Tüm köy kaçıyorduk. “Nereye gidiyorduk, niye gidiyorduk bilmiyorum. Sade bizim köy değil, sanırsın bütün dünya toplanmış, bilinmez bir yere koşuyorduk. Dört bir yandan hem top mermileri, hem de kurşun yağıyordu. Kaçarken kalabalığın ortasına bir top güllesi düştü. Kollar bacaklar havaya uçuyordu.” Ben de bir yere yığılıp kalmışım. Neden sonra ayağa kalktım. Anam, babam, kardaşlarım… Herhalde çoğu ölmüş ya da yitip gitmişlerdi. Bir de ekin yangını sarmış dört bir yanımızı. “Dön ha dön. Çığlıklar, ağlamalar, inlemeler…

Nerdeydim, ne yapıyordum, bilmiyordum. Tek başıma öyle korkmuştum ki, oradaki bir yarın dibine sığındım. Sonra birden ayak sesleri duydum. Ayağa kalktım sevinçle, bir çocuk kalabalığı geliyordu çölden aşağıya. Yanıma kadar geldiler, yüzleri kapkaraydı hepsinin de. Giysileri de yanmıştı birçoğunun. Karıştım onlara.” Sürü halinde dolaşıyor, yiyecek bulduğumuz köylere saldırıyorduk. Aç, sefil, çırılçıplaktık. En kötüsü, eli silahlı, atlı adamlar, bizi gördükleri yerde kuş gibi avlıyor, öldürüyorlardı.

Her yer, “savaşta öldürülmüş, sürülmüş Ermenilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin, Azerilerin, Ezidilerin, Süryanilerin, sürüleri yok olmuş köpekleri ve babasız anasız kalmış aç çocuklarıyla dolmuştu.”

Tanelerini toplayıp açlığımızı dindirmek için girdiğimiz bir tarladaki ekin yangınının ortasında kaldım bir gün, kaçamadım, gözlerim yandı, kör oldum. Aradan yıllar geçti. “Çok ölüm, çok kan, çok ateş gördüm. İyi ki bu dünyayı görmez olmuşum. Bu kanı göreceğime, keşke gözlerim daha önce kör olsaydı” diyorum.

Kaç yıl sonra, yolum Adana’ya düştü. Ulu Cami’nin önünde dilenmeye başladım. 1938 yılının bir yaz günüydü galiba. Arada sırada ekmek yemek getiren bir ırgat vardı, Kürt. Onunla dertleşiyorduk sessizce. Kürtçe konuştuğumuzu duymuş demek ki, bir çocuk geldi yanımıza. Kemal Sadık’mış adı. Ortaokula gidiyormuş. Adımı, memleketimi, köyümü sordu. Anlattım. Amcalarından, anasından duyduklarından herhal, beni bildi. “Sen, anamın sözünü ettiği yitik çocuksun” dedi. İhtiyacımı, sıkıntımı sordu. “Kadirli’deki amcalarıma haber vereceğim, sana sahip çıkacaklar, yardım edecekler” diyerek gitti. Biz körlerin gönül gözü açıktır. Bu çocuk yiğit, iyi kalpli bir insan evladı olacak, anlamıştım ben…

Lütfi Akad anlatıyor: Naci Duru çağırtmış, Duru Film yazıhanesinde oturmuş, konuşuyoruz. Altı Ölü Var filminin işinden, çekim sırasındaki aksiliklerden falan. O sırada iri bir sesle, “Selamünaleyküm!” diyen biri girdi odaya. Uzun boylu, iri gövdesi kaslı ama şişman değil, belirgin esmer bir teni, kısa kesilmiş hafif dalgalı kara saçları var. Düzgün kaşlarının altındaki gözlerinden birinin dünyaya daha dikkatli baktığı hemen göze çarpıyor. Meğer sağ gözü görmüyormuş. Naci Duru, “Yaşar Kemal’i tanıyor musun?” dedi. Adını duymuşluğum vardı, gazetelerde röportaj mı yapıyordu ne? “Merhaba arkadaş!” dedi Yaşar Kemal. Konuştuk sonra. Naci Duru, ikimizden bir film tasarımı istiyormuş, derdi buymuş.

Aradan bir kaç gün geçmişti zannederim. İpek Sineması’nın önünden Taksim’e doğru çıkarken, ensemin dibinden gelen kalın bir sesle irkildim: “Ulan, sinemanın serserisi, nerelerdesin kaç gündür?” Sesin sahibi birkaç gün önce tanıştığım Yaşar Kemal. Konuşma biçimine şaşırsam da renk vermedim. Mutlu olmuş, sevinmiştim doğrusu. Yıllardır içinde olduğum bu soğuk, çıkarcı ortamda, Yaşar’ın gocunmasız, mahalle arkadaşı sıcaklığını özlemişim demek ki! Neyse, sürükleyerek Duru Film’e götürdü beni. Naci, beni görünce “seni bekliyorduk” diyerek, kucağıma daktiloyla yazılmış bir tomar kâğıt attı. “Bunu oku!” Elimde kâğıtlar, Yaşar Kemal’e bakıyorum; “Ben yazdım, beğeneceksin” dedi, içinde gözdağı da olan bir ses tonuyla!

Yaşar’la iyi dost olduk sonra. İyi tanıyordum onu. Hatta, Beyaz Mendil’in senaryo çalışması sırasında eklenen yeni bölümlerle birlikte diyalog ihtiyacı doğunca, “bunları benim dilimle yazmak olmaz” düşüncesiyle, bazı konuşmaları onun diline benzeterek yazmıştım. Bunu daha sonra ona söylediğimde, “Yok yahu, onları ben yazdım sanıyordum” demişti, sevimli bir şaşkınlıkla. Beyaz Mendil, doğal bir çevre, yalın bir anlatım ve yeni bir müzikle uzun süre en sevdiğim filmlerimden biri oldu.

1996 ölüm orucunda hayatını kaybeden bir mahkûm anlatıyor:

Bugün, ölüm orucundaki 52. günümüz. İlk 45 gün açlık grevi olarak başlamıştık. Çay, ıhlamur, şekerli su ve şeker alabiliyorduk. Ölüm orucuna geçince sadece şekerli su almaya başladık. Fakat, artık onu da içemiyorum. Hemen kusuyorum. Arkadaşlar iki gündür damlalık usulünü bulmuşlar, onunla ağzımıza su akıtmaya başladılar. Ama, damlayı bile yutamıyorum, sanki boğazımın ucuna takılıp kalıyor. Bu sabah yeni bir şey denedik, fena olmadı. İçinde biraz şeker olan suyu buz yapmış arkadaşlar, buzu emiyoruz. Zihnim karışıyor sürekli ve çok halsizim. Hep yatmak istiyorum. Yürümek zaten tam bir sorun. Tuvalete giderken arkadaşların kollarındayım. Ziyaretimize gelen ailelerimiz ziyaret esnasında gözaltına alınıyor. Doktor görüşmelerinde hiçbir mahremiyet yok. Ayrıca, tecrit uygulaması yapılan cezaevleri meselesi var. Tüm bunlar için ölüm orucundayız, ama Adalet Bakanı, “Bunlar kantinden yemek stoklamışlar, numara yapıyorlar. Hiçbiri ölmeyecek” diyormuş.

Bugün cezaevinde farklı bir hareketlilik var. Ziyaretimize arabulucu bir heyet gelecekmiş. İçlerinde Yaşar Kemal de var. “Bir insanın açlıktan ölümünü izlemek acıların en büyüğüdür. İnsanlığa yakışmaz” diyormuş. Arkadaşlar çok seviyor ve önemsiyorlar onu. “Gelsin, derdimizi anlatalım” diye haber göndermişlerdi zaten. Okuldayken de, cezaevindeyken de hep okuduğum bir yazardı. Bizim koğuşa gelirse ayakta karşılamalıyız, yatarak, yakışık almaz. İnşallah kalkabilirim ayağa. Taleplerimiz yerine getirilir ve hayatta kalırsam eğer, ona Evdale Zeynike’den söz edeceğim. Turna hikâyesini mutlak biliyordur. Onun, Zeynike’nin devamı olduğunu düşünüyorum. Zeynike’nin iki gözü de görmüyordu, onun tek gözü. Olsun, ikisi de Homeros bence…

Tilda anlatıyor: Beyaz çarşaflar içindeyim. Her yerimde serum hortumları, iğneler, kablolar. Söylenen her şeyi duyuyor ve anlıyorum, lakin cevap veremiyorum. Zaten ziyaretçi yasak. Her an kaydediliyor kan düzeyindeki değişiklerim. Gözüm hasta dosyasına kayıyor bir an. Tilda Kemal yazmışlar. “Thilda” olacak halbuki, neyse…

Aslında en doğrusu Mathilda. Dedem koymuş. Paşa Dedem, Abdülhamid’in hekimbaşı Jak Mandil Paşa. Babam da Osmanlı Bankasının genel müdürüydü zaten. Güzel bir çocukluk geçirdim. İyi okullarda okudum. Coşkulu ve mutlu günler yaşadım. Kelimelere anlam bulmakla, hiç tanımadığım insanların hikâyeleriyle ve onlar için mücadeleyle geçti ömrüm. Yaşlandım ve şimdi buradayım işte. Malum hastalık… Biraz uyumak istiyorum… Ama, birisi üzerime eğiliyor. Her gün gelen doktora benzemiyor pek. Ah, evet! Yaşar bu. Koca Adanalı… Gözlerimi kapatıyorum. Eğilip alnımdan öpüyor. “Thilda’cığım, sevgilim,” diyor. “Sana teşekkür ederim. Yaşadığımız bu güzel hayat için sana teşekkür ederim sevgilim. Korkma, sakın korkma! Biz namuslu bir hayat sürdük.”

Elbette korkmuyorum sevgilim. Namuslu hayat sürenleri hiçbir şey korkutamaz çünkü. “Duydu beni!” diyor kapıdaki doktora. “Eminim söylediklerimi duydu.” Tabii ki duydum Yaşar, tabii ki duydum…