Kalbimiz Hrant’ın mezar yeridir

1971 yılı yazıydı galiba. O gün cumartesiydi ve öğleden sonra, okul çıkışında abime yakalanmıştım. Bir sürü iş varmış, kimse yokmuş şişeleri yıkayacak, zaten hep kaçıyormuşum gazozhaneden, işim gücüm kitapmış, falan filan… Madem öyle, hızla girdim havuza. Deli gibi yıkıyorum kirli şişeleri. Radyodaki “Çocuk Saati” programı saat beşte başlar. Taş köprüden koşsam yetişirim. Abim şişeler bittikçe yeni kasalar koyuyor önüme. Göndermeyecek belli ki! Az sonra babam geldi her zamanki dalgın yürüyüşüyle. Koruyucu meleğim. Yan komşumuz Hacı Osman amcayla kapının önünde bir şeyler konuşuyor. Şişeleri bırakıp, gittim bacağına sarıldım. Kafamı koltuğunun altına sokuyorum durmadan. O da başımı okşuyor farkında değilmiş gibi. Bir şeyler anlatıyor Hacı Osman amcaya: 

“Zelve’ye giden yolun hemen başında, Karakolun önünde gençten bir oğlan. Nevşehir otobüsünden mi indi, yoksa Ürgüp tarafından mı geldi bilmiyorum… Beni görünce yaklaştı yanıma. Sırtında çanta. Ayağında kot pantolon. Hafif sakallı, temiz yüzlü bir delikanlı. “Merhaba amca” dedi. “Merhaba” dedim ben de. “Buralarda mağaralar varmış, oraya gideceğim. Nereden giderim?” “Göreme’yi mi soruyorsun, kiliseleri falan” dedim. “Hı” dedi. “Öyleyse şurdan gideceksin, Zelve yolundan.’” Öyle, yüzüme bakıyor. “Yürüyerek mi gideceksin?” dedim. “Evet” dedi, “yürüyeceğim,” dedim, “bayağı bi yürümen lazım, minibüsleri bekleseydin.” “Sağ ol amca” dedi, “ben yürürüm…” Döndü gitti… Bir süre sustu babam ve ardından mırıldanır gibi konuştu: “Deniz Gezmiş’in arkadaşlarından biriydi sanki!” 

Gördüğü, duyduğu, rastladığı her şeyin az sonra dünyayı altüst edeceği zannıyla yaşayan Hacı Osman amca, “Allah esirgeye, Allah esirgeye” nidalarıyla döndü gitti dükkâna. 

Babamla bir süre buğday pazarının beton zeminine hışırtıyla buğday boşaltan traktörleri izledik. Aklı yol tarif ettiği delikanlıda kalmıştı besbelli. Abim dükkânın penceresinden eliyle şişeleri işaret ediyor. Biraz daha sokuldum babamın koltuğunun altına. 

“Nerden anladın baba, Deniz Gezmiş’in arkadaşı olduğunu” dedim. 

“Temiz yüzlü, iyi bir çocuğa benziyordu oğlum. Mutlaka Deniz’in arkadaşlarından biridir…” 

Babamla yan yana durup, bozkıra karışan buğday kokusunu içime çektiğim o günlerden yaklaşık bir yıl sonra Deniz’ler bir Hıdrellez sabahı asıldılar. Babası Cemil Gezmiş, oğlunun cenazesini toprağa verip geldiğinde, Mukaddes Hanım oğlunu görüp görmediğini sorar: 

“Gördün mü çocuğumu?” 

“Gördüm, sarıldım” der, Cemil bey. 

“Nasıldı?” 

“Yok bir şeyi. Boynunda bir morarmışlık vardı, ip izi, o kadar.” 

Marquez, “Yüz Yıllık Yalnızlık” kitabını büyükannesinin hikâye anlatma yöntemiyle yazdığını söyler. Büyükannesi en acımasız şeyleri bile kılını kıpırdatmadan, sanki her zaman gördüğü şeylermiş gibi anlatırmış. Anlattıklarını bu kadar değerli kılan, onun bu olağan, duygusuzmuş gibi gözüken tavrıymış. Bunu okuduğumda, “tevekkeli değil!” diye mırıldanmıştım. Demek, bu yüzden içimi bu kadar acıtmıştı Ali Kaypakkaya’nın anlattıkları. Oğlu İbrahim’in işkenceyle tüketilmiş bedenini Diyarbakır’dan Çorum’a götüren Ali amca, onun ölümünden daha çok, tabutu kaça aldığını, tabutun içini niye alüminyumla kaplattığını falan anlatıyordu sakince. En çok da İbo’nun tabutunu taşıyan hamalın, onun işkenceyle öldürülen bir öğrenci olduğunu öğrendiğinde ağlayıp, taşıma için para almamasıydı Ali amcayı gururlandıran. 

İbo’nun ölümünden yıllar sonra bir başka baba, Orhan Keskin’in babası, oğlunun elli günlük ölüm orucundan artakalan cansız bedenini almak için yine Diyarbakır zindanının kapısındadır. Baba alır cenazeyi ve döner memlekete. O gece mezarlığa götürmez oğlunu, “beş yıldır eve gelmedi, bu gece de bizimle evde kalsın” der. 

Oğlunun ölümünden sonraki 26 yıl boyunca, her sabah onun büyük boy resminin önüne geçip, “seni nasıl kurtaramadım, seni nasıl kurtaramadım?” diye yanan bir babadır o. Daha üç ay evvel Ermenek’teki maden ocağında ölen Tezcan’ın babası Recep amcanın insanın canını yakan bir saflıkla sorduğu soruya bakın: “Bizim oğlan gitti mi şimdi? Saklamayın benden!” 

Ya da faili meçhul oğlu için ömrünü tüketen Fatma Morsümbül’ün, “kemiklerini verseniz yeter. Kemiklerini bulsam oğlumun, omzuma torba yapıp gezeceğim, kokusunu çok özledim onun” demesi gibi. 

19 Ocak 2007’de katledilen Hrant da, kendi halkının yaşadığı acıyı ve o felaket yıllarını böyle anlatıyordu. Marguez’in büyükannesi gibi. Soylu ve ağırbaşlı bir dille… 

19 Ocak 2007 Cuma günü bu ülkenin “Kırmızı Pazartesi”sidir. “Kırmızı Pazartesi”, sadece bir cinayeti ve onun arka yüzünü değil, bir kasabanın ortak davranış biçimlerini de analiz eder. Hrant’ın ölümünden sonra yaşananlar ise, devletin ve muktedirlerin davranış biçimlerini anlamaya yeter de artar zaten! 

Kutsal kitaplarda ilk öldürme hikâyesi Habil ile Kabil’in hikâyesidir. Öldüren tektir, lakin tüm kolektifi temsil eder. Hrant da, adeta kurucu bir cinayetin öznesi olarak seçilmiş bir kurbandır. Onu öldürenlerin işledikleri ortak cinayet, aslında onları bir araya getiren birleştirici bir güç gibidir. 

Hrant Dink, “ben Malatyalıyım, Anadoluluyum, acımı onurla taşırım” diyen haysiyetli bir insandı. “Hiç kimsenin toprağında gözüm yok, bütün Türkiye benim, her yer benim vatanım” diyen bir yurtseverdi. “Dünyadaki en büyük suç ırkçılıktır” diyen bir aydındı. “Biz Ermenilerle Türkler birbirimizin hastası ve birbirimizin doktoruyuz” diyebilecek kadar da yüce gönüllüydü. Kendi ifadesiyle, “iyi bir Ermeni ve iyi bir solcuydu.” 

Marguez, “Kırmızı Pazartesi” romanında, iki kardeş tarafından bıçaklanan Santiago Nasar’ın son anlarını şöyle anlatır: 

“Halam Wenefrida, ırmağın öte yanındaki evinin avlusunda bir tirsi balığının pullarını temizlemekle uğraşıyordu. Santiago Nasar’ın eski rıhtımın merdivenlerini inip, kendinden emin adımlarla evine doğru yürüdüğünü görmüştü. 

“Santiago, yavrum!” diye bağırmıştı. “Neyin var?” 

Santiago Nasar onu tanımıştı. 

“Beni öldürdüler, Wene hala!” demişti. 

Son basamakta tökezlemiş ama kendini toparlamıştı. Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğini bile gösterdi” dedi bana Wene halam. Sonra açık olan arka kapıdan evine gitmiş, mutfağın içine yüzükoyun yığılıp kalmıştı…” 

Burada, beni ve okuyucuyu da en çok etkileyen şey kuşkusuz, ölmek üzere olan Santiago’nun, hâlâ hayatta olmasına rağmen kendisinden, “beni öldürdüler!” diye söz etmesidir. 

19 Ocak 2007 Cuma günü, bir halkın en soylu evlatlarından biri: Hrant Dink kalleşçe öldürüldü. 

Hrant o gün “Agos”un önündeki kaldırımda kurşunlandıktan sonra kalkıp yürüyebilseydi eğer, mutlaka gazetedeki odasına gitmek için merdivenlere yönelirdi. Basamakta tökezlese de kendini toparlardı. Hatta eliyle kafasının arkasındaki kanı siler ve odasına doğru yürürdü. Onu gören arkadaşlarından biri mutlaka sorardı: 

“Hrant abi, neyin var?” 

Hrant, arkadaşına dönerek her zamanki mahcup gülümseyişiyle, 

“Beni öldürdüler kardeşim!” der ve kalbimizin üzerine düşerdi. 

Kalbimiz Hrant’ın mezar yeridir…