Her darbe bir “karşı-darbe”nin tohumlarını eker ve zaten bugünlerde de ülkede adeta bir “karşı-darbe” atmosferi içinde yaşıyoruz

Askeri darbe, sivil darbe ve Louis Bonapart’ın ibretlik dersi..

27 Mayıs 1960 sabahı, askeri darbe haberi duyulur duyulmaz, buna en çok sevinenlerden biri de şair Necip Fazıl olmuştu. Anılarında yazdığına göre, Mürşit şair, darbeyi muhalefete karşı Menderes’in yaptığını sanmış ve “sevincinden uçmuş”tu. (Bâbıâli; 2011; 15. bsk. s. 320). Sonra tabii durum anlaşılmış ve darbe özlemcisi şair de kendisini ikbal mevkiinde değil, sıkıyönetim savcılarının önünde bulmuştu. Gerisini biliyoruz. Ok yaydan, asker kışladan -ve o günlerdeki deyimle “macun tüpten”- çıkmıştı. Darbeler darbeleri izledi ve bu durum, TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin anayasal statüye terfi etmesi ile adeta meşruiyet kazandı. Bazı ünlü Amerikalı sosyologlar (örneğin E. Shils) bile “tutelary democracy” kavramı ile bu “model”e arka çıktılar. Ve böylece bizler de AKP iktidarına kadar birbiri ardına “ara rejim”leri sıralamaya başladık..

• • •

AKP iktidarı bir “dava” partisiydi ve stratejide hayli sığ olsa da taktikte başarılı çıktı. “Cumhuriyet mitingleri”ymiş, “Muhtıra”ymış, “kapatma davası”ymış vb, aldırış etmeden ve paniğe kapılmadan “dava”sını adım adım uygulamaya koyuldu. Üstelik “ara rejimler”e hep karşı çıkmış ve her biri kendi “dava”sı peşinde koşan liberalleri, Gülencileri ve Kürt siyasetçileri de arkasına almayı başarmıştı. Ve sonunda savcı, hakim ve polis takviyeli bir güven ortamında vesayetçilere “dur!” demesini bildi. Üstelik sadece dur demekle kalmadı, “ara rejim”lerin “toplu davaları”nı anımsatan davalarla binlerce kişiyi de içeri aldı..

• • •

Yine de kamuoyunun önemli bir kesiminde iyimser bir hava esiyordu. Evet, toplu davalar iyi gitmiyordu; hukuka aykırı bir sürü işlem yapılıyor ve yaşın yanında kurular da yanıyordu; fakat önemli olan “demokratik öz”dü; bu “esas”ı gözden kaçırmamak, “davayı karartmamak” gerekiyordu. Mantık buydu ve bu mantıkla “dava karartılmasın” derken, sonunda bir sürü masumun hayatı karartıldı.

• • •

Peki, her şeye rağmen “vesayet dönemi” bitti mi? Darbeler serisi tamamlandı mı? Aslında bir sürü insan tam da böyle düşünürken Erdoğan ve yakınları çığlığı bastılar: Eyvah basıldık! Darbe var! Darbe yedik!Fakat hayret? Ne sokaklarda tanklar dolaşmış, ne semada jetler gürlemiş, ne de kimse bir TV kanalında bir sıkıyönetim bildirisi duymuştu. Aslında olan şuydu: Mahkeme kararıyla bir takım bakanların evleri basılmış ve kasalarda, kutularda milyonlarca dolar bulunmuştu. İzleyen günlerde de Başbakan’ın telefonda oğluna verdiği “evdeki paraları boşalt” talimatının kayıtları Internet’te dolaşmaya başlamıştı. Böylece “darbe”nin niteliği de anlaşıldı. AKP Hükümeti bu kez askeri değil, “sivil” bir darbeyle karşı karşıyaydı; dost sandığı düşmanlar sağ gösterip sol vurmuş, iktidarı alaşağı etmeye çalışmışlardı. Bu durumda “darbe dönemi bitti” diyenler de yanılmıştı; yepyeni bir darbe dönemi açılıyor, askeri darbelerin yerini sivil darbeler alıyordu.

• • •

Her darbe bir “karşı-darbe”nin tohumlarını eker ve zaten bugünlerde de ülkede adeta bir “karşı-darbe” atmosferi içinde yaşıyoruz. “Paralel Yapı” adı altında yaratılan ve tıpkı Ergenekon misali, içerde her türlü muhalefeti kontrol ettiği gibi, dışarıda da kolları her merkeze uzanan bu “canavar”ı AKP’nin nasıl alt edeceğini bilemeyiz. Ola ki sonunda birileri yine “Bu da bir kumpasmış; bizi yine kandırmışlar!” diyebilir. Fakat bu günlerde daha çok şunu hissediyoruz: “Darbe” yemiş Erdoğan ve kader arkadaşları bu darbeden ancak bir “karşı-darbe” ile kurtulabilecekleri inancına kapılmış görünüyorlar ve sonuna kadar da gidecekleri izlenimini veriyorlar. Kim bilir, belki de ortada hiçbir muhalif kalmayana kadar... Son seçimlerde Meclis çoğunluğunu kaybetmesine rağmen Erdoğan ve yandaşlarının iktidara bu kadar sıkı sıkıya yapışmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Necip Fazıl hayranı Tayyip Bey, bilemeyiz bugünlerde eski üstadını ve onun Menderes’e verdiği öğütleri hatırlıyor mu? Biz ise gözlerimizi tarihe çeviriyor, başka coğrafyalarda yaşanmış tecrübelerde ders alınabilecek olgular arıyoruz. Örneğin son günlerde birçoğunun yaptığı gibi, 19. yüzyıl Fransa’sına; 1851’de bir cumhurbaşkanının gerçekleştirdiği darbeye; III. Napolyon saltanatına.

• • •

Yüz altmış yıl önce kültürü ve siyasal geleneği çok farklı bir ülkede yaşananlarla bugün Türkiye’de yaşananlar arasında benzerlik aramak ilk bakışta kaba ve saçma görünebilir. Louis Bonapart ve R. T. Erdoğan gibi toplumsal kökenleri, yaşam tarzları ve hayat felsefeleri tamamen farklı iki şahsiyet arasında nasıl bir ilişki kurulabilir diye düşünülebilir. Ne var ki tarihi insanlar değil, toplumsal güçler ve sınıf kavgaları yapıyor; insanlar da siyasal hırsa ve yaşadıkları ortama uygun yeteneklere sahip oldukları ölçüde gelişmelere liderlik yapabiliyorlar. İşte benzerlikler de bu çok öğeli denklem bağlamında ortaya çıkıyor. Gelelim tarihi öykümüze.

• • •

Louis Bonapart, Napolyon Bonapart’ın yeğeniydi ve imparatorluk hayalleri içinde büyümüştü. Çocukluk yaşlarından beri imparator olmak ve amcasının yarım kalmış rüyasını gerçekleştirmek hırsıyla yaşıyordu. Kuşkusuz önce iktidarı ele geçirmesi lazımdı ve bu amaçla da yıllarca ordu içinde çalışmalar yapmış, darbe girişimlerinde bulunmuş, mahkûmiyetler yaşamıştı. Sonunda şansı, şahsen hiç de sempati duymadığı 1848 Devrimi ile açıldı. Louis Philippe rejimi yıkılmış, II. Cumhuriyet ilan edilmiş ve yeni bir Anayasa yapılmıştı. Ve belki bunlardan da önemli olarak tüm erkeklere oy hakkı tanıyan yeni bir seçim kanunu kabul edilmişti.

• • •

Aslında Louis Philippe döneminde de seçimler yapılıyordu; fakat sadece belli bir seçim vergisi (cens) verenler oy hakkına sahip oldukları için seçmenlerin sayısı çok azdı. O tarihte 36 milyon kadar bir nüfusa sahip olan ülkede oy verenlerin sayısı 240 bin kişiyi geçmiyordu. Oysa genel (eril) oyun kabulü ile bu sayı birdenbire 9 milyona çıkıyor ve halkın yarısından çok fazlasını teşkil eden köylü sınıfı büyük bir siyasal güç haline geliyordu. Napolyon’a iktidar kapılarını aralayan olgu da buydu.

• • •

Fransız köylüsü o tarihlerde hala Napolyon kültü içindeydi. Zaferden zafere koşmuş bu kahramanı köylüler hala bir “baba” olarak anıyorlardı. Daha da önemlisi, I. Napolyon onları serflikten kurtarmış ve birer küçük mülk sahibi haline getirmişti. Oysa finans bujuvazisinin egemen olduğu Louis Philippe döneminde (1830-1848) köylüler, tefecilerin pençesi altında, serflik yıllarını bile arayacak bir konuma düşmüşlerdi. Louis Bonapart’ın şansı buydu. Napolyon kültünü işlemesini bildi ve 10 Aralık 1848’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini oyların % 74,5’ini alarak kazandı.

• • •

Louis Bonapart seçimi kazanmış, cumhurbaşkanı olmuştu, fakat asıl hedefi bu değildi. Emperyal koltuğa oturabilmek için Anayasa ile de savaşması ve millete yeni bir Anayasa empoze etmesi gerekiyordu. Gerçi 1848 Anayasası yürütme erkini büyük yetkilerle donatmıştı, ama kendisini yasama erki karşısında da güçsüz bırakmıştı. Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshetme yetkisi yoktu; buna karşılık Meclis’e onu ihanetle suçlama ve Yüce Divan’a gönderme yetkisi verilmişti. Üstelik Anayasa bir maddesiyle Cumhurbaşkanı’nın ikinci kez seçilmesini de engellemişti. Anayasa’yı değiştirmek ise üyelerin 3/4 çoğunluğunun oyunu gerektiren özel bir madde ile Louis Bonapart açısından imkânsız hale gelmişti.

• • •

Sınıfsal açıdan ise Meclis’e burjuvazi egemendi ve burjuvalar arasında da emperyalist (o günkü anlamıyla imparatorluk yanlısı) bir grup yoktu. II. Cumhuriyet’in yasama organında aslında cumhuriyetçi vekiller azınlıktaydı. Burjuva temsilcilerinin çoğunluğu monarşist idi ve cumhuriyet rejimi sadece burjuva sınıfı Orleans ve Bourbon hanedanları konusunda anlaşamadığı için ayakta kalabiliyordu. Bu koşullarda hırslı Bonapart ne yapabilirdi? Eğitim kavgasında kralcılarla birleşmiş ve laik köy öğretmeni yerine köy papazından yana tavır almıştı; fakat hayallerini atıl ve bilinçsiz köylü yığınlarına dayanarak gerçekleştiremeyeceğine göre hangi sınıflarda destek arayabilirdi?

• • •

Şurası açıktı: Siyasal rejimin kaderi köylerde değil şehirlerde, özellikle de Paris’te belirlenecekti. Bunun için de İmparator adayının “vurucu” bir güce ihtiyacı vardı. Böyle bir gücü ise ancak işsiz güçsüz takımından, küçük burjuvazinin en sefil ve gerici kesimlerinden, hırsız, yankesici, dolandırıcı vb gibi kanun kaçakları arasından devşirebilirdi. İşte Louis Bonapart’ın “10 Aralık Derneği” adı altında kurduğu dernek de tam da böyle pleblerden oluşuyordu. Emperyal aday Saray’da büyük planlarını hazırlarken bunlar da şehirlerde terör estirecek ve muhalefeti sindirecekti. Yine de bir takım Dernek üyelerinin adı bazı cinayetlere karışınca Bonapart harekete geçmek ve Dernek’i kapatmak zorunda kaldı; fakat bu sadece görünüştü; Dernek enformel olarak varlığını sürdürüyordu.

• • •

10 Aralık Derneği sindirici bir güçtü; fakat asıl vurucu gücü silahlı kuvvetler teşkil ediyordu ve sonuç da ancak ordunun desteği ile alınabilirdi. Ve cumhuriyetçilerin azınlıkta olduğu, kralcı burjuvazinin de “Hanedan” üzerinde anlaşamadığı bir ortamda bütün çalışmalar ordu üzerinde yoğunlaştı. Özellikle de 1789’de kuruluşundan beri tüm ayaklanmalarda bazen devrimci bazen de karşı-devrimci cepheye yanaşmış, küçük burjuva kökenli Ulusal Muhafızlar (La Garde Nationale) üzerinde.. Hanedancılar koalisyonu olan “Düzen Partisi” ile Louis Bonapart arasında bir “komutan tayini” savaşı başlamıştı. Cumhurbaşkanı bu amaçla yüksek rütbeli subayları Saray’a davet ederek onlara ikramda bulunuyor, ödeneğini artırması için de sık sık Meclis’e baskı yapıyordu. Ve sonunda da bu konuda burnunun ucunu göremeyen, beceriksiz vekillerden çok daha başarılı oldu. 2 Aralık 1851’de, yani amcasının Austerlitz zaferinin yıldönümünde, ordu, Paris’in stratejik noktalarını kontrol altına alıyor, Meclis’i kuşatıyor ve vekilleri kovuyordu. Tıpkı amcasının 18 Brumaire 1799’da iktidar ortaklarını kovarak kendisini “baş konsül” ilan etmesi gibi..

• • •

III. Napolyon’un on dokuz yıl süren saltanat öyküsünün nasıl başladığını anlatan özetim burada bitiyor. Bu saltanatın nasıl onur kırıcı koşullarda son bulduğunu da herkes bilir; fakat orası yazımızın konusunu teşkil etmiyor.
Kuşkusuz yukarıda anlatılanlar ile bugün bizde yaşananlar arasında büyük farklar bulunuyor. Yine de sanırım ki öykümüz zihinlerde bugünün Türkiyesi ile ilgili bazı çağrışımlar yapmıştır. Son günlerdeki saldırılardan sonra ben şahsen daha çok “10 Aralık Derneği”ni düşünmüştüm. Çoktandır aklımdaydı; fakat bugün bu konuyu kaleme almama da Ahmet Hakan’a yapılan dünkü iğrenç saldırı vesile oldu. Ortadaki tablo şu: Kuşkusuz Erdoğan’ın bir “10 Aralık derneği” bulunmuyor; zaten bunu kimse de söylemiyor. Yine de Kılıçdaroğlu’nu Meclis içinde yumruklayan lumpen de dahil, bütün bu gibi olaylara karışanlar aynı profildeki karanlık tipler değil mi? Saldırganlar bağımsız hareket etmiş olsalar bile, bunları her gün yüreklendiren ve kışkırtan yandaş mihraklar apaçık ortada değil mi?

• • •

Louis Bonaparte bu gibi lumpenler sayesinde iktidar olunamayacağını çok iyi biliyordu ve bu yüzden de Saray’ında “pleb”leri değil, komutanları ağırlıyordu. Bizde ise Erdoğan (şimdilik?) muhtarları ağırlıyor ve köy ve mahalle planında destek arıyor. Bunu partizan –ve konumu dolayısıyla Anayasa’ya aykırı-.şekilde yapıyor olsa da, bu noktaya takılmayalım. Fakat şurasını da gözden kaçırmayalım: Ülke kaosa sürüklenir ve vatandaş can güvenliğini tehlikede görmeye başlarsa, gözler muhtarlara değil de, sonunda orduya çevrilmez mi? Ve böylece TSK –bütün yaşananlardan sonra artık istemeyerek olsa da- yine “hakem” konumuna sürüklenmez mi? Ve herkes “vesayet bitti” diye sevinirken, askeri darbe-sivil darbe diyalektiğinde tekrar “alışılmış” modele dönmüş olmaz mıyız? Hep kurtulmak istediğimiz, fakat bir türlü kurtulamadığımız “ara rejim”leri yeniden yaşamaya başlamaz mıyız?

• • •

Galiba siyasal rejimimize yönelik en büyük tehlike de bu noktada yatıyor ve burada en büyük sorumluk da –artık “demokratlara” bile diyemiyorum- tüm vicdan ve sağduyu sahiplerine düşüyor. Ve tabii biraz da akıl ve izanı her şeye rağmen bir tarafa bırakmamış olan AKP’lilere.. 1960’da Menderes ve DP, Necip Fazıl ve benzerlerinin beklediği “sivil darbe”yi yapamadılar. Bugün ise, özellikle son yıllarda yaşananlardan sonra, bu ülkede bir “sivil darbe”nin hiçbir şansı bulunmadığını söylemek için herhalde feraset sahibi olmak gerekmiyor. Yeter ki hayali bir “dava” peşinde koşanlar tutundukları son dalı kesmeye çalışmasınlar. Ve bu “dal”ı da tam bir özgürlük ve güvenlik içinde yapılması gereken 1 Kasım seçimlerinin teşkil ettiğini unutmasınlar...