Gerçek aslında yalındır. Yalındır ama anlamak da bir o kadar zordur. Yeniden buluşmanın sırrı belki de gerçeğin söylenmesiyle, bir yüzleşmeyle gerçekleşecektir. Haykırarak söyler Paulin. “Gerçek mi? Dinle öyleyse, ben neydim eskiden, olduğu gibi anlatacağım sana...”

Aydınlık gerçeğin peşinden gelir

Zor zamanlardan geçiyoruz pek klişe bir sözdür. Geçip geçmediğimiz, geçip geçemeyeceğimiz de belli değildir zaten. Ama öyle işte; zor zamanlardan geçiyoruz. Yılgınlığın yavaşça üstümüze üstümüze yürüdüğünü seziyorum, o hiç sevmediğim süfli duygunun yavaşça beynimizi ele geçirdiğini kabul etme noktasına doğru ilerliyoruz. Bir dostum, biz bu savaşı yitireceğiz sanırım diyordu; saldırı ağır ve bizim elimizde yenmek için değil, yalnızca korunmak için ve o kadar az imkan var ki. Ortada bir savaş yok aslında. Saldıran o, biz yalnızca sığınaklarımızdayız, karanlıkta öylece bekliyoruz, sabunlu sularla elimizi yıkıyoruz, birbirimizden uzak duruyoruz, maskelerimizi de taktık, hepsi bu.

Elindeki kitabı karıştırıyor arkadaşım, sığınakta, karantina koşullarında, yasaklarla yaşadığın evde en iyi şey kitap okumaktır. Kitap okuyoruz biz de. Böylece yalnızlığımızı yenecek, çoğalacağız. Nefes alma fırsatı saydığımız sosyal medyada başımıza gelenleri ya da gelebilecek olanları yazıyor, birbirimizi olup bitenlerden haberdar ediyoruz; korkumuz katlanırken, haberlerin arasında cesaret arıyoruz, hiç değilse yalnız olmadığımızı bilmek istiyoruz. Devletler, diye başlıyor arkadaşlardan biri, sanıyorum insanları gözden çıkardılar, yüzbinlerce insan öldü, yüzbinlercemizin öleceği de belli gibi, devletler bu durumu büyük bir soğukkanlılıkla karşılıyor ve “savaş bu, savaşta insanlar ölür” diyorlar. Gerçekte savaştıkları falan yoktur. İnsanlar istatistiklere dönüşüyor. Ama devlet böyle bir şey değil midir zaten. Sinsi virüsü fazla önemsemeyen, başka gerginliklerin başka savaşların uzun ya da kısa fitilini ateşleyen, üstünde “kahramanlık” yazan bir meşaleyle barut fıçısına doğru koşan görevlilerden birisi tam o sırada görünmez düşmanın ateşiyle yıkılıveriyor. Ama meşale yere düşmeden kapıyor bir başka gönüllü görevli, “süreklilik esastır” diye bağırıyor, “devlet-i ebed müddet” diyor başka biri.

POLİTİKA SAVAŞI GERERKEN

Bir de bunca korkunun yılgınlığın içinde bir de savaş mı çıkacak? Yok çıkmaz diyorum. Gerginlik de politikanın bir türü. Oturuyoruz kendimizi kapattığımız küçük bahçede çimenlerin üstüne. Eski bir kitaptan söz ediyor arkadaşım. Kim yazmış diyorum. Eski diyor eski bir yazar bu, insanları, insanların zor zamanlardaki hallerini, savaşı anlatıyor. Herkes gibi önce şiir yazıyor o da. İlk şiirler anlatamadığımız ince duygularımızın şifreleridir, hayatımızın sonrası için bir tür hazırlık.

Neden şimdi onu seçtin ki? Çünkü diyor arkadaşım o savaşı biliyor. Gizlisini, saklısını, cephedekini, cephe gerisindeki. Henri Barbusse diyor, gökyüzüne yavaşça parlamaya başlayan yıldızlara bakarak arkadaşım, şiirini düzyazının engin şiiriyle değiştirmiş sonra. 1. Dünya savaşında askere gidiyor er olarak. Bu paylaşım savaşı her şeyi insanlarla paylaşmak isteyen Barbusse’e tamamen yabancıdır. Ayrılıyor ordudan. Bu yılların şiirsel dökümü Ateş adlı, Suat Derviş Türkçeye çevirmişti, unutulmaz romandır. Fransa’nın bütün toplumcu yazarları Ateş’in yani Henri Barbusse’ün çevresinde toplanıyorlar. O yıllar pek çok insan durumlarının sınavlardan geçtiği yıllardır. Barbusse şiirini sürdürüyor. Komünist Partisi’ne giriyor. 1917 devrimini heyecanla izliyor. Sonra umutların gerçekleştiğini düşündüğü ülkeye Sovyetler Birliği’ne göç ediyor. Batının kindar ve kendini beğenmiş, ama asıl önemlisi sinsi anti-komünizmle ruhu kirlenmiş edebiyat dünyası Henri Barbusse’ü unutuyor. Onun yeniden keşfedilmesi, görmediği, ama yaklaştığını sezdiği, -çünkü 1935’te Moskova’da öldü- ikinci paylaşım savaşından sonradır. 2. Dünya Savaşı, savaşın korkunçluğunu, faşizmin nazizmin dehşetini acı ve sert bir şekilde gösterdiği için Barbusse’ün kitaplarını yeniden hatırlıyorlar.

Değişim zamanı

Aydınlık da 70’li yıllarda Türkçe’ye çevrilmişti. 2007’de Yordam Kitap yeniden yayınladı. Yine Erdoğan Tokatlı’nın çevirisi. Ne güzel bir romandır. Aydınlık aslında değişimin romanıdır. Ama Kafka’nın bir gecede böceğe dönüşen Gregor Samsa’sının değişimi gibi değil. Karanlıktan, bencillikten, kibirden, kendini aldatmaktan yücelişe, barışa, kardeşliğe doğru bir değişim.

Ama insanın bencil dünyası parlak ışıklara rağmen aldatıcı ve sıkıcıdır. Sıkıntı daha romanın ilk cümlesinde karşılar sizi: “Haftanın bütün günleri birbirinden farksız, hepsi birbirine benziyor.” Fabrikada memur mösyö Paulin iş çıkışını anlatıyor. İşçilerle ustabaşılar arasındaki farka, o incecik sınıf farkına sığınarak var ediyor dünyasını. Yine de mösyö Paulin dünyaya açık birisidir ve sonra aşk geliyor. Aşkın adı, Marie’dir.

Arkadaşım sustu. Bir süre öylece baktık gökyüzüne, Telefon çaldı, bir başka sığınakta özgürlüğünü bizim gibi kendi kendine sınırlayanlardandı o da; ev - bakkal - emekli maaşını aldığı banka otomatı arasında gidip gelenlerden. Siz ne yapıyorsunuz, kitaplardan söz ediyoruz dedi arkadaşım, hangisi, Ateş’i konuşuyoruz, Barbusse’ün Ateş’ini mi, evet o, ne güzel romandır. Ararım sonra yine dedi, yalnızlık iyi değil, tamam ara, biz de ararız, Değişimin şiirini bu romanda yakalayabilir insan diye geri döndü romana arkadaşım.

Roman bir insanın hayatını sıradan olağan işlerini sırasıyla anlattığı türden bir roman değil. Mösyö Paulin şehirde patlak veren işçi ayaklanmasından fena halde tedirgindir. O yıllar, kitaplarından okuyanlar bilirler, Avrupa’da devrimci dalganın kabardığı yıllardır; zaten savaş da bu kabarışın isyanın korkusunu taşır. Sonra savaş ve seferberlik gelecektir. Acı gerçek mösyö Paulin’in kapısını da çalar. Fransa ayağa kalkmıştır. Kısa bir paragraf okuyayım mı? Bugün de işe yarayacak bir paragraf. Oku dedim.

“Ertesi gün ve daha sonraki günler, gazeteler kapış kapış satıldı. Ve isimlerindeki değişikliğe rağmen, birbirine müthiş benzeyen bu gazetelerden, Fransa’nın coşkun bir silkinme içinde olduğunu okuduk biz de, o küçücük kalabalığımızla bir anda aynı elektrikli havaya kaptırdık kendimizi. Artık biz de heyecanlı ve kararlıydık. Gözlerimiz ışıl ışıl yanarak bakıyorduk birbirimize ve ilk defa böylesine büyük bir heyecanı birbirimize çok görmüyorduk. Ben bile hele şükür’ dedim Milliyetçilik duygusu bir anda sarmıştı hepimizi, gene suyun yüzündeydi.”

Savaş yalnızca insanların birbirine ateş etmesi, birbirini öldürmesi değil, daha önce başlıyor; önce insanı işgal ediyor, teslim alıyor, tıpkı Barbusse’ün anlattığı gibidir; öncelikli olan hemen öne çıkıveren ilkel duygular bayrağı kapıyor.

Savaşta yalnız savaş yoktur. Gölgeler de vardır. Ne için savaşıldığı bazen alaca karanlıkta kendini arada bir gösteren gerçeklerin içinden geçerken gözünüze çarpar, belli belirsiz. En çok, belki de romanın en şiirsel bölümleridir bunlar, ölümün anlatıldığı sayfalarda gösteriyor kendini. Savaş da, görünmez bir virüsten gelen ölüm de insana neden?” diye sormayı öğretir. Ve kaderle neden yan yana gelemeyecek iki kelimedir.

***

Gerçek aslında yalındır. Yalındır ama anlamak da bir o kadar zordur. Yeniden buluşmanın sırrı belki de gerçeğin söylenmesiyle, bir yüzleşmeyle gerçekleşecektir. Haykırarak söyler Paulin. “Gerçek mi? Dinle öyleyse, ben neydim eskiden, olduğu gibi anlatacağım sana...” Gerçek nedir? Onu da Barbusse anlatıyor: “İç dünyamızı aydınlığa çıkarabilmek kutsal bir şeyin peşinden yürümeye bağlıysa eğer ve eğer hayatı herkese eşit ölçülerle paylaşmak gerekiyorsa, gerçeğin peşinden yürüyelim.”