Benim İzmir’im...

Yaşlı bir fil gibiyim’ der, M. Mastroianni ‘Anılar’ını anlatmaya başlarken.

Bir Anadolu çocuğuyum ben. Avanoslu. Orta Anadolulu ve kasabalı. Çiftçi bir ailenin dört erkek çocuğunun en küçüğüyüm. Sonradan Gazozcu olacak olan nam-ı diğer ‘Üniversiteli Mevlüt’ün doktor olan oğluyum. Avanosluyum doğru; ama benim anayurdum İzmir’dir.

İzmir’i ilk kez 1976 yılında gördüm. Bir söyleşide bu büyülü şehirden yıllar sonra şöyle söz ediyordum:

"Benim başkentim İzmir’dir. 1976 yılında, 16 yaşımda, sabahın çok erken bir saatinde Basmane Bulvarı’nda indim troleybüsten. Bulvarın ucunda deniz vardı. Çok güzel, ılık ve kokulu bir rüzgâr esiyordu yüzüme. Kemeraltı, Saat Kulesi, Karşıyaka vapuru, boyozcular, karadut şerbeti… O dakikada âşık oldum İzmir’e ve hiç bitmedi bu aşkım. İlk gençliğim, ilk sevdam, ilk ayrılığım… Tüm ilklerimin şehridir İzmir. 23 yaşımda hekim oldum, ayrıldım sonra. Hayatımın en coşkun, mutlu, pervasız ve hiç kirlenmemiş yıllarını İzmir’de geçirdim. Hiç de kolay geçmeyen, ölümle, zulümle dolu, 80 öncesi yıllardı o yıllar. Fakat nedense, bir tane bile kötü anı yer etmemiş hafızamda.’’

Yaşanan hiç bir şey kaybolmuyor, bir yumak gibi ardımızdan toplanarak geliyor ve ruhlarımıza yerleşiyor. Bu yüzden, ‘ne hatırlıyorsak o’yuz’ aslında. Kabuğunu kaldırmaktan kendimizi alamadığımız eski bir yara gibidir ömrümüz, iyileştikçe sızlayan ve iz bırakan.

Mastroianni’nin, kendini bir fil olarak tarif ettiği yaşlardayım ben de. O zaman, onun gibi devam edeyim:

Hatırlıyorum!

Tabii ki Üniversitenin kampüsünü ve öğrenci yurtlarını öncelikle. Dördüncü bloğu. Gece yarıları oda gezmelerini, sabahlara kadar ve günlerce süren anatomi okumalarını, bitmeyen politik tartışmalarımızı ve her sabah başka bir hayata uyanacağımız umudunu, onun saflığını ve tazeliğini hatırlıyorum.
Hayatımda yaşadığım ilk depremi hatırlıyorum.

Bornovalı yurt hizmetlisinin halimize bakıp gülüşünü: ‘Burada zelzele çok sık olur, merak etmeyin.’’
Kendimi can havliyle bahçeye atmışım bu arada. İyi hatırlıyorum.

Başlayınca hiç bitmeyecek zannettiğim sonbahar yağmurlarını sonra. Başka hiç bir şehre bu kadar yakışmaz galiba yağmur.
Hala bilet kesilen şehir içi otobüslerini ve esmer, zayıf biletçinin gecenin son Konak-Bornova seferinde arka koltukta oturan birkaç yaşlıyla Rumca konuşmalarını.
Küçükpark’ı hatırlıyorum. Sevgiliden alınan buluşma sözünün sevinciyle kocaman ve renkli bir ormana dönüşen parkı.

Açıkhava sinemasını hatırlıyorum. Ferdi Tayfur’lu filmleri. Kapının önünde çiğdem satan çingene çocuğunu ve ahşap, renkli sandalyeleri.
Merkez lokantasını. Öğrenci kredisinin alındığı gün yenilen pilav üstü döner ve tel kadayıf ziyafetlerini.

Bornova Postanesini hatırlıyorum. Ödemeli Avanos konuşmalarını. ‘’Baba iyiyim ben, burada her şey yolunda. Yok, yok… Bizim buralarda bi sıkıntı yok. Tamam, baba… Karışmam olaylara, tamam!’’

Akşam son ringi kaçırıp yürüyerek kampüse gitmelerimizi hatırlıyorum. Dünyanın en güzel kokulu yaz akşamları Bornova’da yaşanır, şahidim ve iddialıyım.
Çınar Pastanesini hatırlıyorum. İlk sevgili, ilk buluşma. Hesabı ödemeye param yetecek mi? Hala içim titreyerek hatırlıyorum.
Meyhanelerini hatırlıyorum. Yiyeceğini yanında getirdiğin, sadece şarap satılan meyhanelerini.

Duvarlarını şiirle doldurduğumuz öğrenci evlerini. Yataksız ranzaları ve afiş, korsan sonrası sığınaklarımızı.
Velhasıl kelam, ‘nereye gidersem gideyim, ardımdan gelecek’ o şehri hatırlıyorum.

Gençliğimi, yazgımı, umutlarımı, duru, saf ve katışıksız bir ömrü bahşeden yurdumu, İzmir’imi!