Hatırlamak unutmanın tersi değildir, onun tamamlayıcısı, mütemmim cüzüdür. Unutma olacak ki hatırlamak olabilsin. Eksikleri tamamlamak için de hatırlamak boşlukları doldurmak gerekecektir.

“Bir çift güvercin havalansa…”

Şu yakamızı bir türlü bırakmayan Covid-19 salgını nedeniyle uzun sürelerle evlerde kapalı kaldık; kitap okumak bu zorunlu hapisliği belki bir parça kolaylaştırmıştır, eski filmler de öyle. İnternet olanakları yıllar önce çevrilmiş filmleri izlerken hem o yılları farklı boyutlarıyla hatırlamamızı hem de filmlerin anlattığı daha da eski zamanların kokusunu almamızı sağladı. Nostalji ile karışık, o zamanların korkularını yeniden duyumsarken, geçen zamanın kılıkta kıyafette, dilde gerçekleşen değişimin, anlayışlara yansımadığını gördük. Kimi can yakan olayları ve o yılların atmosferi içinde anlatanlardan birisi de “Hatırla Sevgili” adlı diziydi. Hatırlamak üzücüydü ama nihayet yaşadıklarımızdı işte.

Unutmak ve hatırlamak üzerineydi sonuçta.

Ne çok lafımız, sözümüz var unutmak üzerine. Beşerin hafızasından başlayalım, Şair Muallim Naci’nin “hafızayı beşer nisyan ile maluldür” özlü sözünden girelim konuya. İnsan hafızası unutuşla yaralıdır ya da maluldür diye günümüz Türkçesiyle söyleyelim de, “bu da nedir, kim unutur, neden unutsun?” demesin, alfabenin Z’den bile sonra gelen kuşağından genç arkadaşlarımız. İnsan niye unutuyor ve neden hep unutuyor ki onun unutuşunu bir tür sakatlığa benzetmiş şair ve neden biz de pek beğenmiş, her fırsatta yineler olmuşuz. Bir anına bile güvenemediğimiz hafızamıza neden bir tür karakter özelliği yüklemişler? “Söyleyeceğim, dilimini ucunda ama işte bak yine unuttum, en yakın arkadaşımın adını bile hatırlayamıyorum, yaşlandık iyice.” Doğrudur, bu unutuşların yaşlılıkla bir ilgisi var besbelli. Ama bir yandan da yaşlandıkça ya da daha doğrusu ihtiyarladıkça geçmişe ait anılar hatıralar canlanıyor, yakın tarihleri ise sis perdesinin içine gömüveriyoruz. Bu olgu, bu durum, herhalde beynimizin gittikçe daha bilinir hale gelmesiyle biraz daha açıklığa kavuşacak, belki biyoloji ve pek sevmediğimiz insan psikolojisi ile birlikte daha fazla elimizi kolumuzu bağlayacak, geçmişi özgürce hatırlama yeteneğimizi kısıtlayacak, kim bilir.

Bizim gerçeğimiz bizim hakikatimiz

Bilmem ki doğru mu, doğruysa ne kadar doğru? Eski zamanlardan günümüze aktardığımız olaylarda, buluşmalarda, karşılaşmalarda, yüzleşmelerde, sorunlarda nedense hep haklı, hep doğruları söyleyen, kararlı tutum alan, haksızlığa uğramış, hakkı teslim edilmemiş, neredeyse bilge kişiler olarak canlanıyoruz. Sanmayınız ki yalnız kaldığımızda kendi kendimize muhasebeye giriştiğimizde değişiyor, “öyle dedim ama işin gerçeği pek de anlattığım gibi değildi, işte insan yanlış hatırlıyor kimi zaman ne yapalım” diyebiliyoruz; hayır aynı dokunulmaz canlanma gecemize gündüzümüze hakimdir. Geçmişi, geçmişimizi anlatır, anılarımızı, hatıralarımızı canlandırırken ya da onlar kendiliğinden canlanırken hiç kimse ve en önce kendimiz içtenliğimizden kuşku duymayacak, belgeler önümüze konduğunda hiç hoşumuza gitmeyen “maddi gerçek” dört beş koldan kanıtlandığında anılarımızın bizi yanılttığını, kalbimizde derin bir yara iziyle birlikte kabul edecek, yine de çıkış noktaları aramayı bırakmayacak, açık kapılar bulmayı ummaktan vazgeçmeyeceğiz.

Aslında unutmak denilen insan hali güzel ve iyi bir şeydir! Çünkü kötü olanları silip atmayı pek güzel becerebilen bir tür bilgisayar gibidir hafızamız. Hatta bilgisayar hafızasına kaydedilenleri silmek pek de kolay olmayabiliyor, çok uğraştırıyor, yeni sürümlerde bilgisayar firmaları bu konuya epeyce kafa patlatıyor, para harcıyorlar. Bizim harikulade hafızamız ise beğenmediğimiz, haklı olmadığımız anıları silmekte ustadır. Hafızamızın silmek yerine önce uygun bir şekilde düzeltme işlemine giriştiğini, eğer bu yöntem işlemiyorsa, üstüne yazma yöntemine başvurmayı, o da olmuyorsa tümüyle yok etmeyi ortaya çıkacak boşluğu hazinemizde bolca bulunan “böyle olsaydı ne iyi olurdu” malzemesiyle kapatmayı denediğini biliriz. O da olmuyorsa, sihirli bir kelime vardır; hatırlamıyorum.

Hatırlamak unutmanın tersi değildir, onun tamamlayıcısı, mütemmim cüzüdür. Unutma olacak ki hatırlamak olabilsin. Eksikleri tamamlamak için de hatırlamak boşlukları doldurmak gerekecektir. Böylece unutmakla hatırlamak birbirini güzelce tamamlayabilirler. Gerçekten farklı nedenlerle unutulmuş olanları da hatırlamak isteyebilirsiniz. Geçirdiğiniz zorlu günlerden sonra sis perdesinin içinde yitip gitmiş anılarınızı yeniden canlandırmak istiyorsunuzdur belki; işte o zaman unutmanın ayrılmaz parçasını, hatırlamayı yardıma çağıracaksınız. Kimi zaman parça parça gelir mozaiğin eksik parçaları; ama unutmayın, hatırladıklarınızla unuttuklarınızı size pek güzel bir resim sunacak şekilde birleştireceksiniz. Haklı da olacaksınız, sizden ya da başkalarından kaynaklanıyor olsun kötülükleri sildiniz ve şimdi onları yeniden kuruyorsanız, “geçmişi birebir hatırlamak değil olması gereken” diyecek size beyninizin hatırlama-hatırlatma müdürü.

Belgesel denilen tehlikeli dünya

Burada gerçeğin şaka halinden söz ediyoruz. Gerçeğin izindeyseniz, belgesellerin peşine düşmelisiniz. Belgesel zor iştir. Geçmişin belgesellerini yapmak daha da zordur. Sıcağı sıcağına kayda geçirilmiş, yakın tarih anıları iyi olabilir, ama geçmişe doğru gittikçe başvuracağınız “sözlü tarih” bilgi ve “belgelerine” dayalı belgeseller hakikatten uzaklaşma eğiliminde olacaktır. Çok uğraşmak, çapraz anlatılara başvurmak, yüzleşmeleri ihmal etmemek, belgeleri anlatılarla karşılaştırmak gerekir. Sonunda ortaya çıkacak belgeselin insanları yok etmemesine de dikkat etmelisiniz. Çünkü gerçek, gerçekten de anlaşılması kolay olmayandır.

İşte tam burası gerçekle hakikat arasındaki fark ve ilişkiyi çözümleme zamanıdır. Başlangıç noktamız somut olandır, bunu biliyoruz; ama unutmayalım ki bir yanda bilincimiz, diğer yanda bilincimizin dışında var olan o somut gerçeklik bulunuyor. İşte çözümlenmesi zor olan da gerçekliğin sonsuz sayısız unsurdan oluşuyor olması, bizim bu gerçekliğin tamamını bilme olanağımızın olmamasıdır. Gerçekliğin tüm unsurlarını bilemesek, göremesek de bizim materyalist anlayışımız onun bilincimizin dışında duyularımızla varlığını algılayabildiğimiz nesnelerden ibaret olmadığını söyler bize. Duyularımızın gösterdiği, varlığını duyurduğu nesnelerin yanında hem nesneler arasında var olan ilişkiler hem de duyularımızla algılayamadığımız ilişkilerin, karmaşık süreçlerin tümü de somut gerçekliği oluştururlar.

Gerçeklik duyularımızla algılanamayan sonsuz sayıdaki maddi ilişkileri de kapsıyorsa, soyutlamaya başvuracak, sonsuz sayıdaki unsuru kavramaya çalışacak, sonuçta somutu, bilgiye dönüşmeye hazır, bilincimizde yeniden ürettiğimiz somutu keşfedeceğiz. Peki hakikat nerede? Somuttan soyuta oradan tekrar bilgiye dönüşmeye hazır somuta giden yolun sonunda. Gerçekliğin farklı bakış açılarından görülmesi, farklı hakikatleri, bir ve tek gerçekliğin farklı hakikatler olarak görülmesini açıklar. Ama bu durumu bilincimizde yeniden ürettiğimiz somutun farklı anlaşılması ve anlatılması diye ifade etmek de yanlış olmayacaktır. Gerçekliklerin ve hakikatin sırrı bizim farklı dünyalarımızın da sırrıdır.

***

Unutmanın ve hatırlamanın kendine geniş bir hareket alanı bulduğu mekân, uzam, kendinle ya da başkalarıyla hesaplaşacağın, yüzleşeceğin yer işte burasıdır. Mekân-uzam ve zaman içinde her şey hareket eder, eskimeye mahkûmdur. O nedenle kendinle olana öncelik tanı derim ben sana.

Gerçekliğin hakikatle örtüştüğü bu noktada unutulmazları unutmamak, “unutursak kalbimiz kurusun” gibi sözlerden uzak, Melih Cevdet ustamızın yazdığı gibi “vakur ve sade” duruşlarını hatırlamak bizi ortak hakikatimize yaklaştıracaktır.