Ben bir müzisyenim. Dünyanın en gürültülü işlerinden biriyle meşgul olduğum söylenebilir. Bir rock grubunun gerek konserlerde, gerek provalarda çıkardığı ses zaman zaman geçici duyma kaybına yol açabilecek düzeydedir. Belki de bu yüzden, hayatımda sessizliğin çok önemli bir yeri var.

Gün boyunca kulaklıkla müzik dinleyenlerden değilim. Müzik setinin sesini sonuna kadar açanlardan da olmadım hiç. Kulaklarımın sessizliğe de ihtiyacı olacağını hissedecek kadar ses duydum sanırım.

Buna benzer bir şey hissediyorum son günlerde, siyasi tartışmalarla ilgili. Özellikle de, birbirine aslında oldukça yakın duran insanlar sabırsızca, merhametsizce birbirine saldırdıkça. Veya her fırsat basit bir “ben demiştim” ya da “siz zaten şöyleydiniz” için kullanılınca.

Durumu özetlersek: sosyal medya yasaklarından türlü sansürlere, iş cinayetlerinden trafoya giren kedilere ve elbette barış için harcanan çabalardan emek sömürüsüne kadar pekala ortak bir gündemi olan, renkleri bol bir kalabalığız. Bu kalabalığın dışında kalanlar, suç ortaklığı ve türlü korkular gibi sebeplerle bu gündemi ya paylaşmıyor, ya da ondan şimdilik haberdar değil.

Birkaç yıldır biriken bir güç yoğunlaşması olduğu doğru, ama bunun sonlarında olduğumuza dair de “çok alametler belirdi”. Hatta, Hobsbawn’ın 20. yüzyılı 1914-1991 arası diye tarif edişinden ilham alırsak, aslında içinde bulunduğumuz dönemin son “yılı”nın Reyhanlı saldırısıyla başlayıp Soma faciasıyla bittiği de söylenebilir. Yani şu anda yaşanan süreç, öyle ya da böyle,  bundan sonrasının neye benzeyeceğiyle ilgili.

Bu uzun son yılın içerisinde, ne yapılıp ne yapılmayacağına dair kocaman dersler içeren iki “an” yaşandı: Haziran, ve Aralık. Biri, bir arada durmanın nelere kadir olduğunu; diğeri enerjiyi tamamen “kişi kültü”ne yöneltmenin neden yanlış olduğunu gösterdi.

Bu ikisinin bir getirisi daha oldu: morali yükselen, söylem üstünlüğünü ele geçiren, yani kabaca yine yukarıda tarif ettiğim gündemi paylaşan kitle için büyük bir parantez kapanmış oldu. Olup bitenin sonsuza dek böyle devam etmeyeceği fark edildi. “Güneydoğu’da olanları da bize bu penguen medyasının aktarmış olması”ndan kaynaklanan mahçup bir merak ve tam da parkın girişinde devam eden sonsuz halay eşliğinde, Şafak Pavey ve Melda Onur gibi yıldızların parti aidiyetlerinin ötesinde bir takdire mazhar olduğu ve Yücel Göktürk’ün tanımıyla bir “Messi” olan Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı kampanyasında aldığı sonucu mümkün kılan bambaşka bir atmosfer hasıl oldu.

Şimdi biraz sessizce düşünüp soralım.

CHP’liler bu seçimden tek başına iktidar olarak çıkmayı bekliyor mu?

HDP’liler bu seçimde barajı çok rahat geçmenin ötesinde bir sonuç bekliyor mu?

Bu iki partinin olabildiğince güçlü bir şekilde Meclis’te yer alması, herhangi birine ne zarar getirir?

Ve bu iki partinin içinde ya da dışında yer alıp da, Meclis’teki diğer ikisine zaten ışık yılları kadar uzak olanlar, artık meleklerin kanatlarının rengini tartışmakla hiç vakit kaybetmeseler güzel olmaz mı?

Gençler ve kadınlar başarabilir. Melda Onur ve Sabahat Tuncel başarabilir. Kadıköy’de Lice için, Medeni için yürüyen çocuklar başarabilir. Ağrı’da olabilecek daha da korkunç şeyleri engelleyen gençler başarabilir. Gezi’yle Rojava’yı korkmadan aynı cümlede kullananlar başarabilir. Siyasetin uzmanı olmayanlar, kafası denge işlerine hiç basmadığı halde her taraftan orta yolcu olmakla suçlananlar başarabilir.

Kusura bakmasınlar, emekleri ve deneyimlerini saygıyla anarak söylüyorum, ileride bir çeşit işbirliği ya da koalisyonun parçası olabilecek, şu sıralar “milletimiz”den ya da insandan sayılmayan kitleleri barındıran bütün yapıların önemli “ağabeylerinin” bugüne kadar başaramadığı ne varsa, kadınlar ve gençler başarabilir.

Başarmamaları için özel çaba gösterilmezse, başaracaklar da.