Bu durumdayız; rejimin meşruiyetini yitirdiği konusundaki iddia gözle görülebilir bilgilere, bulgulara dayanıyor, tamam ama aynı zamanda, hâlâ yasaların tanıdığı hakların meşruiyetini yitirmiş iktidara tevekkül içinde teslim edilmesi gibi bir durum da var. Neredeyse, “tamam biz yenildik, yasalar var ama sen bu yasaları kolayca çiğneyebiliyorsun kendine gerçekte olmayan bir anayasa yarattın ve biz de onu tanır hale geldik, eh ne yapalım, elimizden bir şey gelmiyor” havasındayız sanki.

Bunalım, kriz, meşruiyet ve ötekiler...

Sosyalist sistemin dağılmasından sonra büyük bir coşkuyla “tamam, bu iş bitti, ‘tarihin sonu geldi’ kapitalizmin ebedi zaferini ilan edebiliriz” diyenlerin sevinci çok da uzun sürmedi. Rakipsizlik pek yaramadı kapitalizme; düşmansız olur mu hiç; ideolojik, politik, kuşkusuz ekonomik olarak oraya buraya saldırmadan nasıl var olacak kapitalizm?

Öyle ya Nazi partisi üyesi Carl Schmitt’in bin dereden su getirerek teorileştirdiği “siyasal kavramı”, “dost-düşman” ayrımına dayanmıyor muydu?

Ne diyordu Schmitt? “Siyasal eylem ve saikleri açıklamakta kullanılabilecek özgül siyasal ayrım, dost-düşman ayrımıdır. Dost-düşman ayrımı salt kavramsal bir ölçüt sunar; nihai bir tanım olmadığı gibi içeriğe ilişkin bir şey de söylemez.” (Siyasal Kavramı, Metis Yayınları; sf.57) İçeriğe ilişkin ne söylenecek, yalan söylenebilir yalnızca. Bu yalanın söylenebilmesinin teorik açıklaması ise yine “büyük hukukçu” tarafından 1932 yılında yazılmıştı, şöyledir: “Dost ve düşman ayrımı, diğer tüm ahlaki, estetik, ekonomik ya da diğer ayrımların kullanılmasına gerek kalmadan pratik ve teorik olarak varlığını sürdürebilir. Siyasal açıdan düşmanın ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ya da ekonomik açıdan rakip olması gerekmez; hatta siyasal düşmanla iş yapmak avantajlı bile gözükebilir. Önemli olan, siyasal düşmanın öteki, yabancı olmasıdır.” (Agy; sf.57)

Böyle oldu. Değişen eski düşman beklemeye alındı çünkü o büyük bir olasılıkla var olan, yabana atılamayacak gücüyle sistemin içinde önemli bir yer alacaktı. Ama Kuzey Afrika, Balkanlar, Ortadoğu, Latin Amerika ülkeleri “öteki” idiler ve “öteki” olmaya şimdi daha güzel devam edebilirlerdi.

Ama biz bu saldırılara başka türlü bakıyoruz.

Schmitt’in tezleri belli bir amaca yöneliktir, kapitalist saldırganlığın, pek de eski olmayan zamanlarda önce içeride Yahudi toplumunun ve sonra müttefik olmayan Avrupa’nın öteki ülkelerinin “öteki” ilan edilmesinin teorisi olarak vazedilmiştir ama şimdi de pekâlâ kullanıma uygundur. Boşuna parlatacak değiller ya Herr Schmitt’i, benzerlerini.

PAYLAŞMA SAVAŞININ UMULMADIK SONUÇLARI

Aslında olup biten açık seçik ortadaydı. Birinci Paylaşım’ın mağlup ülkesi kendi içinde yarattığı “öteki” teorisini sınır ötesinde yaygınlaştırmak, siyasal kavramının gereğini yalnızca içerisi için değil, tüm öteki, ulaşılabilecek ülkeler için uygulanabilir bir teori olarak kullanmak niyetiyle harekete geçti. İkinci Paylaşım’ı olumsuz koşullarda karşılayan “ötekiler” önce Hitler’in “büyük düşman” Sovyetler’i istilası başarıyla sonuçlanır diye umdular ama olmadı işte. Büyük, kanlı savaş, Sovyetlerin kaçınılmaz zaferiyle, tüm ötekileri yenmek isteyen düşmanın yenilgisiyle sonuçlandı. Ama bu sonuç, gerçek “büyük düşman”ın kısa bir süre için öteki olmaktan çıkartılmasını zorunlu kılıyordu; öyle de yapıldı. Bu arada Nazi artıklarının yargılanması sırasında kimi değerli kullanılabilir ya da ne deniyor “kullanışlı” Heidegger, Schmitt gibi filozoflar ya da hukuk âlimleri de ustaca kenara alındılar.

Sonra Schmit’in dost düşman ayrımı gerçek dostlarını ve düşmanlarını buldu. Her şey yerli yerine oturdu, Churchill “soğuk savaşı” ilan etti; Sovyetler yeniden öteki büyük düşman oldu, tüm ülkeler bizim ülkemiz dâhil, bu eski-yeni ötekine karşı tutum almaya zorlandı.

Sonrası biliniyor; uzun sürdü, içerden, dışardan sonunda Sovyetler yıkıldı, sistem dağıldı.

Yeni öteki arayışı başladı; ABD ağırlıklı askeri birlikler başta NATO güçleri Irak, Yugoslavya’nın parçalanması, Suriye, nihayet Libya... Bu arada gittikçe büyüyen bir tuhaf Çin ve gerçekten yabana atılmayacak bir güç olduğunu kanıtlayan Rusya bu paylaşımda “biz de varız” demeye başladılar.
Ama bir şeyler oldu bu arada.

GENEL KRİZ MEŞRUİYET KRİZİ İLİŞKİSİ

Tarihin sonu gelmemiş, başka bir şeylerin sonu gelmiş, yaklaşmış olabilir mi sorusu konuşulmaya başlandı. Kimin sonu, kapitalizmin mi? Yok artık daha neler! Ama ben söylemiyorum ki, kendileri söylüyorlar. Eski politikacılar, Dünya Bankası’ndan emekli başkanlar, hâlâ işbaşında CEO’lar, hem ağlayıp hem gidenler, fabrikalarını uzak doğulara taşıyanlar, “bu son demdir ey gafil, çal alabildiğince” diye dövünenler, “robotik çağındayız, yapay zekâ kurtarmaz mı ki bizi; ne kadar dağıtsak, ne kadar duvar örsek üstümüze üstümüze gelen sınır tanımaz göçmenleri, sayıları milyonları aşan işsiz-işçileri ne yapacağız; kârlarımızda azalma eğilimini, şu menhus Marx’ın ‘yasadır yasa’ diye gözümüze soktuğu belayı savuşturma imkânı var mı, eyvah ki eyvah” diye ağıt yakanlar vesaire... Neoliberal politikaların iflas ettiğini söyleyenler onlar, bu nedenle gittikçe saldırganlaşan birbirlerine diş göstermeye başlayanlar onlar. Hem itiraflar hem de belirtiler, olgular küresel kapitalizmin genel bir kriz içinde olduğunu gösteriyor.

Nedir genel kriz?

Açıklayıcı bir tanımı Prof. Dr. Doğan Göçmen’den aktaralım: “Genel Kriz kavramı Marksist literatürde kapitalist toplumun ekonomi, politika, ahlak, estetik, bilim, felsefe, edebiyat, sanat gibi toplumun tüm alanlarında görülen değerlerin çürümesine dair yapılan gözlemler karşısında yaratılmıştır. Genel Kriz toplumun bir bütün olarak çöküş içinde olduğu durumu betimler.”

Bu krizin belirtilerini az ya da çok gelişmiş ya da gelişmekte olan tüm kapitalist dünyada görmek mümkün. Türkiye’de de görebiliyoruz. Ekonomi iflasın eşiğinde, işsizlik, ekonominin öteki temel verilerinde olağanüstü dengesizlikler, ahlakta çöküntü gözle görülür halde, geleneksel değerlerde olağanüstü bir aşınma, sözde uhrevi alemde yozlaşma, medyada çürüme ve nihayet iktidarın içeride, dışarıda ne yaptığını bilemez hali bu krizin kirli beyazdan karaya akan bir tablosunu çiziyor. Ama artık tartışılması gereken krizin kendisi değil, bu krizden doğan, meşruiyet meselesidir. “Meşruiyet krizi” kavramının Plehanov, Gramsci, Rosa Luxemburg ve Lenin tarafından hem bir «fikir» olarak hem de bir kavram olarak özellikle Gramsci tarafından “sivil toplum”, «üstyapı», “ideoloji” gibi kavramlar bağlamında kullanıldığını belirten Doğan Göçmen meşruiyet krizini de “siyasi-idari üstyapının toplumun gözünde taşınabilir olma anlamını ve değerini yitirmeye başlaması, hatta yitirmesi” olarak tanımlıyor.
Bu durumda mıyız? Evet, bu durumdayız.

HAK VERİLMEZ ALINIR
Bu durumdayız; rejimin meşruiyetini yitirdiği konusundaki iddia gözle görülebilir bilgilere bulgulara dayanıyor, tamam ama aynı zamanda, hâlâ yasaların tanıdığı hakların meşruiyetini yitirmiş iktidara tevekkül içinde teslim edilmesi gibi bir durum da var. Neredeyse, “tamam biz yenildik, yasalar var ama sen bu yasaları kolayca çiğneyebiliyorsun kendine gerçekte olmayan bir anayasa yarattın ve biz de onu tanır hale geldik, eh ne yapalım, elimizden bir şey gelmiyor” havasındayız sanki.

Gerçek mi bu durum yoksa ben mi uyduruyorum, bunca itirazı, direnişi görmezden mi geliyorum, bilemedim şimdi. Eski zamanlarda “hak verilmez alınır” der, kararlılığımızı dile getirirdik. Şimdiyse bırakın henüz sahip olmadığımız hakları almayı, gittikçe daralan konfor alanlarımızı teslimiyetle korumak ya da genişletmek derdindeyiz sanki.

Peki, yurttaşların doğal haklarını ve aynı zamanda şimdiki Anayasa’da, yasalarda yazılı haklarını savunmalarının bir yolu, yöntemi yok mudur? Eğer rejim bizi yurttaşlık haklarımızdan mahrum bırakabiliyor cumhuriyeti temel özelliklerinden örneğin laiklikten yoksun bırakabiliyorsa, meşruiyeti tartışılan güç kendi koyduğu kurallara uymama “hakkını” kendinde görüyorsa, cumhuriyeti ve demokrasiyi savunmak da halkın hakkı olmaz mı?

Bilmem ki; olur her halde...

cukurda-defineci-avi-540867-1.