İktidarların devlet budur yalanı ile uyguladıkları baskıya zulme halkın inatla karşı koyabileceği ortaya çıkıyor. Pandemi doğal olanı zorlarken, insanlar kendileri ile ilgili kararları kendilerinin alabileceğini hem öğreniyor hem öğretiyorlar. Dayanışmanın güçlü bir örgütlenme tarzı olduğunu görüyor, gösteriyorlar.

Çaresizlik tuzağı

Türkiye’de ekonomik krizin daha üst düzeyine bunalım diyorsak halk açısından bunalımın belirgin işareti gelir dağılımındaki dengesizliğin dayanılmaz ölçülere ulaşmasıdır. Bir yanda net gelirleri, alım güçleri azalan yığınlar öte yanda “düzenin bekası” tehlikede diye ah vah edip gelirlerini katlayan sermaye kesimi. Bu durumun kitleleri etkilemesi; yoksulluk arttıkça, yaygınlaştıkça yalnızca seçimlere yansıma anlamında değil, çok çeşitli biçimlerde örneğin demokratik protestolarla da kendini göstermesi beklenir.

Bunalımın bir başka boyutu ya da tanımı ise, sermaye sınıfı ve onların siyasi temsilcileri için kaynakların tükenmiş, ekonominin çarklarının işlemez hale gelmiş olmasıdır. Kitlelerde bir hareketlenme olsun ya da olmasın iktidarı sürdürmenin imkânsızlaşmasıdır. Bir iktidar içine girdiği borç sarmalında çaresiz hale gelmişse, üretimde düşüş sürüyorsa, bağlı olarak ithalat ihracat verileri sinyal veriyorsa, tüm bu gelişmelerin somut göstergesi, bir aktarma kayışı olarak, dövizdeki hareketlenmedir, en ufak bir yükseliş halkın alım gücünü etkiler. Ama çıkmaz bir sokağa girmiş olsa, yol tıkansa da hiçbir iktidar erki terk etmeye yanaşmaz. Halktan tepki gelmedikçe kendiliğinden gitmez.

İktidar partisinin kitleleri kendine bağlamakta kullandığı yöntemlerden birisi yoksullukla bağımlılığın birbirini çoğalttığı “sürdürülebilir yoksulluk”tur, şöyle işler: Maliyeti çok da yüksek olmayan ama yoksulluk koşullarında “bir şey” olan “yardımlar” devlet aparatı eliyle ve dini bir kılıfla “muhtaçlara” sunulur. Denetimli-seçmeli-ceza -ödül mantığıyla dağıtılan yardımların temel özelliği belli bir yasal güvenceye ve sürekliliğe bağlı olmamasıdır; bu da seçimlere yansıyan bir bağımlılığa yol açmaktadır. Kimilerinin “sürdürülebilir yoksulluk” adını taktığı bu yöntem gerçekte kitlesel siyasi şantajdır. Sürdürülebilir olacağı da düşünülmemelidir.

Bunalım gerçek iktisat yalancıdır

Şu sıralarda bunalım zirveyi zorluyor. Öyleyse kitlelerde bir itirazın bir şekilde yükselmesi ya da olası bir seçimde oylarını değiştirmesi beklenebilir mi? Ya da iktidarın bu imkânsız noktaya gelindiğini görerek iktidardan vazgeçmesi umulabilir mi? Kuşkusuz hayır. Siyasal davranışlar, politikalar, mecburiyetler yalnızca iktisadi gelişmelerle açıklanamaz. Daha pek çok öğenin dikkate alınması gerekir. Marx’ın olağanüstü bir analiz örneği olan 18. Brumaire’ini yorumlayan değerli Cem Eroğul hocanın dediği gibi, “Siyasal gelişmeleri yalnızca iktisadi gelişmelerle açıklamak eksik, dolayısıyla yanlış olduğu gibi, iktisat dışı alanlara, o alanların değil de, iktisatçının gözlükleriyle bakmak da yanlıştır.” (Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu. Yordam Kitap. sf. 160)

Öyleyse duruma bir de siyasetin gözlüğü ile bakmayı deneyelim. Deneyelim ama siyasetle ilgili veriler de yanıltıcıdır. Siyaseti, siyasetçiyi, siyasetin kurumlarını yalandan dolandan arındırmak temizlemek ne kadar mümkün? Siyaset gerçeklere değil, siyasetçilerin kurgularına, medyalarıyla birlikte, muhalif medya da dâhil, hem kendilerini hem halkı inandırdıkları sanal bir dünyanın yalanlarına dayanıyor. Siyaset böyle sanal bir gerçekliğin içinde deviniyor, gerçek kayboluyor, yalnızca elden ele geçen paranın iktidarı gerçek oluyor. Zenginliği katlayan yoksulluğu müzminleştiren, sürdürülebilirlik sözünün gerçek anlamı müzminleşmedir, Orwell’ın denediği ama yanına bile yaklaşamadığı, yazamadığı bir dünyayı kurguluyor siyaset. Çok daha usta işi, çok daha gerçek görünen, metaforlara değil acıya ve yalana ama inandırıcılığı yüksek yalanlara, büyük reklam teorilerine, her şeyi ters yüz eden algoritmalara dayalı bir dünya bu.

Yine de bu siyasetin yapabileceği pek bir şey kalmadı, sihir bozuldu, “Truman Show” filmindeki gibi uydurma gök kubbe yıkıldı. Öyleyse gerçekleri konuşma zamanıdır. Daha doğrusu artık bir rüya görmenin, “gerçekçi olmanın imkânsızı istemenin” zamanıdır. Bir rüya görelim öyleyse; Martin Luther King gibi çıkalım kürsüye ve yüksek sesle söyleyelim.

“I have a dream”

Benim rüyam şöyledir: Pek matah bir şeymiş gibi propaganda edilen sevgili sürdürülebilirliğinizi büyük bir felakete dönüşen korona pandemisi / salgını bitiriyor. Özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu herkese öğretiyor. İktidarların ceza olarak uyguladığı özgürlük kısıtlamasını genelleştiriyor, anlamsızlaştırıyor. Zorunluluk ile özgürlük arasındaki diyalektiği gözle görünür hale geliyor. İktidarların devlet budur yalanı ile uyguladıkları baskıya zulme halkın inatla karşı koyabileceği ortaya çıkıyor. Pandemi doğal olanı zorlarken, insanlar kendileri ile ilgili kararları kendilerinin alabileceğini hem öğreniyor hem öğretiyorlar. Dayanışmanın güçlü bir örgütlenme tarzı olduğunu görüyor, gösteriyorlar hep birlikte.

Salgın iktidarların çaresizliğini de kanıtlıyor. Bunca afur tafurlarının sahte olduğu ortaya çıkıyor, büyümüş burunlarını yere sürtüyor. Virüs onları yendi. Artık yalana dayalı iktidarlar da dahil hiçbir şey sürdürülebilir değil. İktidarlar dememizin nedeni salgının her düzeyde iktidarı sarsacak bir özellik taşıyor olması. Örneğin artık yalana dayalı iktidarları sürdürmek imkânsız. Nerede bir iktidar varsa orada yönetenler değersizleştiklerini hissediyorlar. Kendini ötekine göre tarif etmek artık mümkün olmuyor. İnsanlar kendilerini yaşamla, hayatta kalıp kalmamakla tanımlıyor ve kararlarını buna göre veriyorlar. Bugüne kadar büyük bir tehdit altında var olmaya çabalamış özgürlük de alabildiğine genişliyor, sınırlarını zorluyor.

Devletlerin bugüne kadar kurdukları düzenlerin sarsıldığını görüyoruz. Tüm dünyada kurulu düzenlerin yalana dayalı olduğu bu ölümcül salgınla ortaya çıkıyor. Bu nedenle de devletlerin “apriori”, “de facto” kabul edilmiş otoriteleri sarsıldı. Bundan böyle belki uzun sürecek bir dönem için her türden otoritenin kendi kendine verdiği yetkiyi hiç kimse tanımayacaktır. Kaosun kendi yeni düzenini yaratması uzun sürecek, ortaya çıkacak yeni düzende devletler de kendilerini yeniden tanımlamak zorunda kalacaklardır. Ütopya kavramı da gözden geçiriliyor, geleceği geçmişin bir kopyası olarak tasarlayan ütopyalara yer yok artık. Bir zamanlar ütopya adı altında mükemmel olduğu varsayılan tasarlanmış etik, ahlak ve katı yönetim üzerine kurulmuş ama özgürlüğü kuralların kesinliği ile tanımlayan ütopyalar artık yazılmayacak; özgürlüğü başka türlü resmeden ütopyalar gündeme gelecek, tartışmalar bunlar üzerinde yoğunlaşacak, “yok ülke” değil “Hemen şimdi özgürlük” diyen “var ülke” konuşulacaktır.

Yetkisini halka devretmiş bir devletten, sömürüyü yasaklamış bir özgürlükten ve eşitlikten söz ediliyor bu güzel rüyada.

***

Kapı çalıyordu, uyandım, postacıydı; elektrik, doğalgaz, internet faturalarını tutuşturdu elime. Param yok ki benim, televizyonum var, onu açtım. Bir kanalda doların uçtuğundan söz ediliyordu, birisi sürekli konuşuyor, bir diğeri “Hayır öyle değil” diye bağırıyor, “Hainler her yerde” diye fısıldıyordu birisi kulağıma. Hemen kapattım; güzel kanallardan birine girdim. Renkli çaresizliğimin kapısını kilitledim üç kere. Güzel, olağanüstü güzel bir kadın çok yakışıklı bir erkekle mavi bir denizin kıyısında izleyenleri başka bir dünyaya çağırıyordu, Orwell’ın ufku çok dar olduğu için bir acı mutluluk hapına sığdırdığı “resmî mutluluğu” görüntünün olağanüstü gerçekliği ile beynime gönderdiği dalgalarla mı başardı bilmiyorum.

Ama sürdürülebilir yoksulluğa değil gerçekleşebilir rüyaya dönmek istiyorum ben. Çaresizliğimiz bu kadar derin mi? Çıkamaz mıyız bu çaresizlik tuzağından?