Muhalefet partilerinin, üyelerinin, yandaşlarının, grupların, demokratik hareketlerin, kitle örgütlerinin doğrudan kendilerine, varlıklarına yönelen tuzaklarla dolu bu koyulaşmaya karşı nasıl bir tutum alacaklarını merak ediyoruz.

Carl Schmitt’in gölgesi çöktü üstümüze

Geçtiğimiz hafta çok acayip şeyler oldu Türkiye’de. Gezi davası sonuçlandı. Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, diğerlerine 18 yıl hapis verilmesini savunan iki hâkimden birisinin önceki dönemde AKP’den milletvekili olmak istediği ama olamadığı, sonra ağır ceza mahkemesi üyeliğine atandığı söylendi. Ne var ki bunda yasadışı bir durum var mı? Yok. Kimileri “etik midir, reddi hâkim talebinin kabulü gerekmez mi?” gibisinden sözler ettiler; etik meselesi bizi ilgilendiren bir konu değildir, konumuz dışıdır. Yine aynı hâkimin eşinin de FETÖ üyesi olmak iddiasıyla tutuklandığı sonra itirafçı olduğu için salıverildiği iddia edildi. Olabilir. Burada da yasadışı bir durum yoktur; yasalarımızda “itirafçılık” diye bir uygulama yok mu? Var. Öyleyse burada da etik metik, oyalanmayalım. Hem zaten değerli hâkimin eşi heyette değil ki.


Yalnız üçüncü hâkimin muhalefet şerhi yazması pek iyi olmadı. Çünkü bu hâkim artık ya durumun farkında değil ya da basireti bağlandı; “dinlemeler yasadışıdır o nedenle delil sayılamaz, sayılsa bile delil niteliği taşımıyorlar, başkaca da delil olmadığından sanıkların beraatlarını, Kavala’nın da tahliyesini istiyorum” gibi tuhaf şeyler yazdı. Böyleleri “zamanın ruhunu” anlayamayanlar, kavrayamayanlar arasından çıkıyor genellikle. Bu davada aklı şaştı demek ki. Ne diyor zamanın ruhu? Diyor ki, bu devirde yargılamalar delillere dayanılarak yapılmaz. Kanaatlere göre hüküm kurulur. Diyelim hâkimler sanıklara baktılar onların sözlerinde, çehrelerinde, gülüyorlar mesela, suçlu olduklarına dair izler gördüler, işi uzatmaya gerek yoktur. Ayrıca zamanın ruhu meselesi öyle hâkimlerin tek başlarına anlayabilecekleri bir ruh değildir; o yukarılardan gelir. Yukarısı zamanı da ruhu da en iyi bilendir.

“Düşman”ın kitapta yeri var

Tabii bu zamanın ruhunu da biz durup dururken uydurmuyoruz. Onun içini pek güzel dolduran hukukçu filozoflardan alıyoruz; siyasi varlığımızı bekamızı da bu üstatların söyledikleriyle besleyebiliyoruz. Mesela bu üstatlardan birisi “bir ülkede ‘dost- düşman’ ayrımı yapılamıyorsa orada vatanın birliği, siyasetin, hükümetin, iktidarın bekası da tehlikede demektir” demiş bir vakitler. Uyar bize. Yani kısacası “düşman” ilan edilecek; durumun sıkışık olduğu zamanlarda da hukuk meselesinin gözden geçirilmesi icap edecektir. Özetle söyleyelim, kafa karıştırmayalım, olağan zamanlarda “pozitif hukuk” diyorlar, o geçerlidir. Mahkemeler yasalarla bağlıdır ve hükümler de tabii mümkün olduğu kadarıyla bu yasalara göre kurulur. Ama bu olağan dönemler o kadar uzun sürmez, siyasal birliğin bekası için, durumu koruma altına almak gerekir. Kısaca olağan dönemlerde hadi neyse tamam da, olağanüstü hallerde “tedbire” gerek vardır. Değerli hukukçu filozofumuz Carl Schmitt der ki, amaç siyasal birliğin bekasıdır ve alınacak “tedbir”, bu amaçtan sapmayı önlemek içindir. Öyleyse kutsal amacı hukukun zincirlerinden kurtarmak, böylece hukukun siyasete, devlete ayak bağı olmasını önlemek gerekecektir.

Şimdi sorar tabii münafık takımı, peki bu olağanüstü hâle kim karar verecek? Olağanüstü hâl herkesin bildiği gibi bir istisna durumudur ve ona da karar verecek olan egemen olan kimse odur. Biraz karışık mı oldu. Basit aslında, egemen istisnaya yani olağanüstü hâle karar verir ve o kararı verdiği, verebildiği için egemendir zaten. Biraz tuhaf mı oldu, olsun koskoca hukukçu filozoftan iyi mi bileceksiniz.

Gerçeğin post hali

İşte şimdi herkes de kabul edecek ki, -tabi “düşman” olanlar herkes değildir; onlar üstadın siyasetin varlığı için elzem olduğunu ısrarla vurguladığı gibi dost-düşman ayrımında düşman olarak tanımlananlardır- böyle dönemlerde yineleyelim, siyaseti hukukun zincirlerinden kurtarmak gerekir. Şimdi soruyorlar bu Gezi davasında delil yok ispat yok, delil diye gösterilenler içi boş dinleme kayıtlarından ibaret, onların da delil olarak kabul edilmesi mümkün değil; ee ne yapalım? Davanın kendisi bile olağanüstü bir zamandan geçtiğimizin kanıtı değil mi? Seçim sath-ı mailine girmişiz, düşman kavgaysa kavga diye zıvanadan çıkmış, bas bas bağırıyor. Böyle durumlarda siyaseti hukukun zincirlerinden kurtarmak gerekmez mi? Aslında gerçeğin zincirinden de kurtulmalı siyaset; mesela yalanı yalan olmaktan çıkarsak demiryolu taşımacılığının toplutaşıma sınıfına girmediğini söylesek ne olur ki! Gerçeğin postu olur işte.

Şimdi tabi bilimsel “dost-düşman” ayrımının öteki tarafındakilerde bir telaş başladı. Bundan sonra yani hukuk ortadan kalkınca ne olacak diye telaşlanıyorlar. Ortadan kaldırmıyoruz canım, heyecana gerek yok; söylendiği gibi istisnai bir durumdur, seçimlerden sonra seçim sonuçlarına göre inşallah eski hale dönebileceğizdir. Hayır diyorlar, bizim hukukçu filozofumuzun teorisinde başka ve tehlikeli bir saptama daha varmış: “Olağanüstü hâl durumlarının hukuki bir rejim olmadığını söylüyor, hukukun ortadan kalktığı bu dönemlerde devlet otoritesinin hukuku yeniden tesis etmek için eski hukuka ihtiyacı yoktur” diyormuş üstat. Mantıklı geldi bize de. Elbette seçimlerden sonra hukukun yeniden tesis edilmesi gerekecektir ve onu da bin yıldır cılkı çıkmış hukukla mı yapacağız. Schmitt üstadın söylediği gibi yeni hukukun temeli de devletin siyasetin bekası olacaktır ve çerçeve de elbette daralacaktır ister istemez.

Kâhin olmak gerekmiyor

Bundan sonra ne olacağını iktidar sözcülerinin söylediklerinden yola çıkarak ama özünü esasını çarpıtmadan aktarmaya çalıştım. Mizahi bulabilirsiniz yazdıklarımı ama ne yapalım ki durum biraz da mizahın kara cinsindendir. Mizahı bir yana bırakalım, olabilecekler üzerinde düşünmeye çalışalım. Öncelikle şimdiki hukuksuzluğun süreceği konusunda bu son karar epeyce fikir veriyor. Gerçekten de kimi mahkemelerin kararları hukuku, kanıtı, seçme değilse tanığı bir yana bırakan, onlarsız hüküm kuran kararlar oldu. Anayasa ile -madde 90- üstünlüğü kabul edilmiş AİHM kararları uygulanmıyor, yetkililer dinlemeyeceklerini açık açık söyleyebiliyorlar. Dahası da var; iktidar sözcüleri Anayasa’yı takmayacaklarını da sık sık söylüyorlar; küçük ortak “kapatın gitsin şu mahkemeyi” diyebiliyor. AYM’nin “siyasetle hukuk arasında denge kurmaktan” söz etmesi bile sakinleştirmiyor muhteremleri.

Gezi kararı İstinafta onaylanır; Yargıtay, bu açık hukuksuzluk aynı zamanda yasaları, usul yasalarını dikkate almayan karar karşısında nasıl bir tutum takınır bilemiyoruz. Doğal olanı alt mahkeme kararının hızla bozulması, tutukluların özgürlüklerine kavuşmalarıdır. Gezi davasındaki hukuksuzlukların bir tür ön denemesi sayılabilecek Cumhuriyet davasındaki hukuksuzlukları hep birlikte göğüslediğimiz arkadaşlarımızdan Murat Sabuncu durumu “ağırlaştırılmış karanlık” olarak tanımladı. Öyledir; karanlık gittikçe koyulaşacak gibi görünüyor. Muhalefet partilerinin, üyelerinin, yandaşlarının, grupların, demokratik hareketlerin, kitle örgütlerinin doğrudan kendilerine, varlıklarına yönelen tuzaklarla dolu bu koyulaşmaya karşı nasıl bir tutum alacaklarını merak ediyoruz. Söz-yazı düzeyinde muhalefetin tümüyle susturulmak isteneceği gözle görülebiliyor. Etkili bir itirazın ise denenmiş kuralları var; yalnızca siyasi hedefi gözden kaçırmayan, provokasyonlara kapalı, kitlesel ve demokratik eylemler yolu açabilir, değişimin kapısını aralayabilir.

***

Carl Schmitt’in gölgesi, savunduğu sistem, olağanüstü hâl tezi bütün ögeleriyle, teorisiyle, pratiğiyle üstümüze çökmek üzere.
Ağırlaşan duruma, gerilemeye, koyulaşmaya itiraz ediyorsak, “armudun sapı üzümün çöpü” demekten vazgeçmek, Schmitt’in gölgesi karabasana dönüşmeden uyanmak zorundayız.