Adamın biri hakkın rahmetine kavuşmuş. Gühahları ağır basmış olacak ki, cehenneme düşmüş. Cehennemde, yanlarında ülke adı yazan kocaman birer kazan, her kazanın başında da birer zebani varmış. Kazanda kavrulup duranlardan kazara başını çıkarabilen olursa, zebani elindeki dev sopayla onu aşağıya itermiş. Bir tek, yanında “Türkiye” yazan kazanın başında zebani durmuyormuş. Bizim adam kendi kazanına atılmadan zebanilerden birine sormuş: “O kazanın başında niye zebani yok?” Zebani demiş ki: “Türkiye’den gelenleri kendi hallerine bırakıyoruz, aralarından sivrilen olursa diğerleri onu hemen bacaklarından aşağı çekiyorlar.”

Ben bu fıkrayı duyduğumda daha AKP diye bir parti yoktu. Yani sorumluluğu “onlara” ya da “bunlara” yıkıp kurtulabileceğimiz bir alan değil bu. 2010 sonrası yönetim tarzı bu durumu pekiştirse, iyi olanı cezalandırma yolunda adımlar atsa da, bu yeni bir durum değil. En iyilerini itinayla yoran, teşvik etmeyen bir atmosfer var bu ülkede. Bunu “kanıtlamam” mümkün değil, en azından bir gazete yazısı sınırları içinde, ama size neden böyle düşündüğümü örnekler üzerinden anlatmak isterim.

Futboldan başlayalım. Arda Turan, Galatasaray altyapısından yetişen son derece yetenekli bir genç olarak 2000’lerin ikinci yarısında hayatımıza girdi. Büyük bir hızla takımın değişmez oyuncusu oldu, kaptanlığa kadar yükseldi. Futbol otoriteleri kendisinin bu memleketten çıkan gelmiş geçmiş en büyük yeteneklerden biri olduğunda, o günlerde olduğu gibi şimdi de hemfikir. Ama Arda Türkiye’de mutlu olmadı. Bir spor kanalına verdiği röportaj sırasında hüngür hüngür ağladığı video bu konuda çok şey anlatır. Derken 2011 yılında Atletico Madrid’e transfer oldu ve şimdiden uluslararası kariyeri en parlak oyuncumuz.

Tarkan Tevetoğlu, bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük popstarlarından biri. Belki de en büyüğü. Ve 2001 yılında, özel hayatını ilgilendiren bir konu çok çirkin bir şekilde gündeme geldiğinde, tam olarak şöyle demişti: “Burası çok zor, burası bir cehennem.”

Geçen hafta kaybettiğimiz Erol Büyükburç da, bütün popüler müzik tarihimizin başlangıcına imza atan efsanelerden biri. Büyükburç’un cenazesinde ortaya çıkan iki kişi, “Bunlar gençlerimizi yozlaştırdı” gerekçesiyle “Hakkımızı helal etmiyoruz” diye bağırdı.

Nuri Bilge Ceylan, geçen yıl dünyanın en prestijli sinema festivallerinden Cannes’da en büyük ödüle layık görülen çok başarılı bir yönetmen. Son yıllarda Türkiye’de kurulup da dışarıda ilgiyle dinlenen cümlelerin önemli bölümünün “müsebbibi” olan Ceylan, 2008 yılında aynı festivalde en iyi yönetmen ödülünü alırken yaptığı konuşmada, “ödülümü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum” dediğinde, kendisinin “ulusalcı”, “vesayetçi” filan olduğu ciddi ciddi konuşulmuştu.

Selçuk Şirin, geçtiğimiz aylarda Amerikan Bilimler Akademisi’ne seçilen bir akademisyen. Son derece ufuk açıcı tespitler yapan bu bilim insanının çalışmalarından neden Türkiye’nin değil de ABD’nin faydalandığına gelince... Kendisinin attığı bir tweet durumu özetliyor: “Bir taşra üniversitesi asistanlık sınavında bana ‘İngilizce’den kaldın’ dediler. Soru basit bir paragraf çeviriydi. ‘Mahkeme’ dedim, güldüler.”

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu örnekler sadece tanınmış kişilerle de sınırlı değil tabii ki. Başarılı doktorlar, yazarlar, mimarlar, öğretmenler, gazeteciler ne durumda, nelere maruz kalıyor bir düşünün. Mutlu olmayanlar sadece en iyiler değil tabii, görünüşe göre buralarda hiç kimse mutlu değil. Fakat başarının, sıradışılığın, özgünlüğün teşvik edilmeyip cezalandırıldığı bir ortamda kimse mutlu olamaz ki zaten…

Demem o ki, başka bir gelecek üzerine düşünen herkes, kültürümüzün bir parçası haline gelen bu durum üzerine de kafa yormalı.