Ortalığa keskin bir elma kokusu yayıldı. Çocuklar severler elma kokusunu.  Bütün çocuklar, kara gözlüler, sarı saçlılar, alnı perçemliler, belik saçlılar, ela gözlüler, ince boyunlular… Hepsi de sever. Halepçeli çocuklar, “daye behna seva te” (“anne elma kokusu geliyor”) diyerek kokuya doğru koştular. Sonra da birer birer öldüler.

Çocuklara kıymayın efendiler

Avanos 1965…

Sıcak, çok sıcak bir yaz günü. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, güneş yakıyor tenimizi. Anam boz eşeğimizin üzerine yerleştirdiği heybenin bir gözüne beni, diğerine abimi koymuş, Köybağı’na gidiyoruz… Sıcak ama keskin bir tazelik var havada. Ezilmiş üzüm, zerdali, taze badem ve yaban çiçeklerinin kokusu. Nasıl mutluyum!

Kasabanın çıkışındaki mezarlığın hemen yanında, mahalleli kadınların toplanıp kilim, yorgan, çamaşır yıkadıkları serin bir havuza akan çeşmede yüzlerimizi yıkıyoruz önce. Anam testilere su dolduruyor, eşeği suvarıyor; ardından da toprak yola vuruyoruz kendimizi. Epey dik bir yokuşu tırmandıktan sonra, yüzünü yalçın bir tepeden Kızılırmak’a doğru çevirmiş, kırmızı-kahverengi bir kayanın yanında duruyoruz. İlk bakışta, gökten inmiş bir taş parçasına benzeyen tuhaf bir kaya. Anam heybeden çıkarıyor beni, kayanın yanına götürüyor. Kayanın üzerinde bir atın nal izine benzeyen derin bir oyuk var. 

“Hadi kuzum, öp!” diyor anam. “Hazreti Ali efendimizin atının ayak izi.”

İki elimle kayaya tırmanıp, ucuna kadar çıkıyorum. Eğilip derin oyuğu öpüyorum. İçimde tarif edemediğim, saygıyla karışık bir korku. “Hazreti Ali niye gelsin ki Köybağı’na?”  

Ben kayayı öperken anam kayanın etrafında dualar okuyarak dolanıyor. 

“Anne niye öpüyorum ben bu kayayı?”

“Çocuklar melektir kuzum, mübarek taşı öpersen gayri sana her şey malum olur!” 

Yaşar Kemal’in Yörük kadını da inanmıştır bu ihtimale. Yer Demir Gök Bakır’da gider bir taşa eğilerek konuşur: “Ne biliyorsunuz bu taşta bir şey olmadığını? Bizim gözümüze gözükmez de çocuklara gözükür onlar!” 

Bir başka Adanalının, Yılmaz Güney’in Umut filmi de, “eve kırk lira bıraktıydım, çoluk çocuk açtır şimdi!” diyerek kendini deliliğin kucağına bırakan Arabacı Cabbar’ın, define peşine düştüğü umutsuz bir yolculuğun hikâyesidir. Cabbar’ın akıl hocası imama göre “çocuklar melektir” ve bundan dolayı “tüm gizli hazineler onlara malum olur.” Evin küçük oğlu, definenin yerini görmek için umutsuzca, ağlayarak bakar bir tas suyun içine.

Cabbar’ın olmayan definesi suyun içindeki tuhaf şekillerdedir ve onu ancak bir çocuk, yani günahsız bir melek görebilir. 

Çocuklar melektir; öyle mi? 

Madem çocuklar melekti de, 1915 Adana’sının şubatında, niye onca çocuk, aç, çaresiz ve yetim bırakıldı? O günlere şahit olan bir kitapta, Adana’da, Ermeni mahallesindeki katliamlarda yetim kalmış küçük bir kızın, yetimhaneye yeni gelen iki yaşındaki bir oğlan çocuğuna nasıl annelik yaptığı anlatılır:

 “Koridorda küçük bir kızcağıza rastladık; kucağında iki yaşında bir oğlan vardı. Adana’dan yetim kalmış küçük kız, yeni gelen bu oğlana annelik yapıyordu. Başını yana eğmiş, gözleri karanlık ve tarifsiz bir sıkıntıyla yüklü minik oğlan çocuğu, sert, kuşku dolu bakışlarını yere dikmişti. Sarı lüleler düşmüş alnında sanki hâlâ annesinin dudaklarının ıslaklığı kalmıştı?”

Adana hikâyesi yetmezse, o zaman başka bir hikâye anlatayım:

Şimdi koltuklarınızda oturup; olup olmadığını, gerçek ölü sayısını ya da kimin niye yaptığını fütursuzca tartıştığınız 38 Dersim’i var ya, hikâye oradan: Bir anne peşindeki cellatlardan iki çocuğuyla birlikte kaçamayacağını anlayınca büyüğünü bırakıp küçüğüyle kaçmaya çalışır. Geride bıraktığı kız çocuğu annesinin arkasından, “daye, ça mı cawerdana?” (“anne niye beni bırakıyorsun?”) diye ağlar. Anne, dayanamaz döner, onu bıraktığı yerden alır, ama bu kez de küçüğünü bırakır. Annenin, kendisine niye küçüğünü bırakıp büyüğüyle kaçtığını soranlara verdiği cevap, dilerim ölünceye kadar aklınızdan çıkmaz: 

“Büyüğü arkamdan ağladı, ağlamasına dayanamadım. Küçüğününse dili yoktu, o kaderine razı geldi, onun için bıraktım onu!” 

Ah! Kadersiz analar… Zılgıtlarla, şölenlerle doğumunu kutlayıp, başınıza taç ettiğiniz çocuklarınızı, gün gelir işte böyle seçimlik kurban gibi önünüze getirerek, dayanma gücünüzü sınarlar. 

İşte Halepçe! Her sığınağı bir gaz odasına çevirmeye karar veren Saddam’ın pilotları, 16 Mart 88’de Halepçe’yi bombaladı. Ortalığa keskin bir elma kokusu yayıldı. Çocuklar severler elma kokusunu.  Bütün çocuklar, kara gözlüler, sarı saçlılar, alnı perçemliler, belik saçlılar, ela gözlüler, ince boyunlular… Hepsi de sever. Halepçeli çocuklar, “daye behna seva te” (“anne elma kokusu geliyor”) diyerek kokuya doğru koştular. Sonra da birer birer öldüler. 

Ne alıp veremediğiniz var bu çocuklarla Allah aşkına?

“…Şu alnımda ne bitmedik yazı var, iskarpinde bir incecik tozu var, çoğu gitti şu ömrümün azı var…”

Bu Everek bozlağını her dinlediğimde içimi sızlatan şeyin ne olduğunu düşünürüm. Hele içerdeki “sarı saçın mor menevşeye değdi mi?” cümlesine hiç dayanamam.

İnsanlığın ortak vicdanına dair, çocuklarımızın acılarından ve sitemlerinden başka bir şey gelmiyor aklıma. 

Onların sarı saçlarından başka tutunacağımız vicdan kalmadı artık. 

Gazze’de, kardeşinin biraz önceki patlamadan geriye kalan cansız bedenine bakan küçük kızın kara gözlerindeki acı, bundan sonra hangi toplumsal yaranın merhemi olur ki?

Filistin’deki çocuk, babasının onu korumak için siper ettiği gövdesinin altından sağ çıkabilseydi eğer, bizim dünyamıza dair ne söyleyip, ne yapacaktı kim bilir?

Daha bir kaç gün önce, iki çocuğunu eve bırakıp işe giden genç annenin geride kalan yavrularının, çıkan yangında kanepenin arkasına sığınmakla kurtulacaklarını zannedip, birbirine sarılmış halde bulunan cesetleri, hangi ekonomik verinin karşılığıdır sizce?

Ya da yoksul giysileriyle duvar diplerine, yol ortalarına, ıssız bahçelere, ağaç altlarına yığılıp kalan kara gözlü Kürt çocuklarının Halepçe cehenneminden canını kurtarabilmiş kardeşleri, bundan sonra elmaya ve hayata dair ne düşünürler?

Tüm  bunları niye yapıyoruz birbirimize?  Süslü ve büyük lafların arkasına saklanarak. Hiç utanmadan ve bundan sonra bu utançla nasıl yaşayacağımızı düşünmeden!

İşte; ekmek almaya mı yoksa bilye atmaya mı gidiyordu diye tartıştığınız ve sonunda on altı kiloyla toprağa gömdüğünüz Berkin’in arkadaşları, hâlâ orada, Okmeydanı’ndalar… Ne evleri değişti Berkin’den sonra ne hayatları. Hâlâ, dünyanın en ağır hastalığının, yoksulluğun pençesindeler ve orada büyümeye devam ediyorlar. Polis yine aynı yerlere barikat kuruyor ve yaşadıkları yere bakanların gözleri ucuz işgücü ve inip çıkan arsa fiyatlarından başka bir şey görmüyor.

Oysa çocuklarımızdan başka bir dünyamız ve geleceğimiz yok.

Tanpınar’a söylenen bir cümleyle soralım: “Fakirlik ile aşkı, merhamet, kültür ve memleketi kalbimizde birleştiremez miyiz?”

Nikaragua’da CIA’nin eğittiği, “Kontra” adı verilen gerilla grupları Sandinist rejime karşı bir tür iç savaş başlatmışlardı. Böyle bir çatışmada yaralananlardan biri de genç bir çocuktu.

Ameliyattan sonra anesteziden, kolsuz olarak uyanan yaralı çocuk omzuna baktı ve başında duran doktora derin bir acıyla konuştu: “Öldür beni.” 

Çocuklarımız için bir dünya kurmak yerine, kendi süfli iktidarlarımız için çocuklarımızı feda ettiğimiz bir dünya yapabildik… Ne yazık!

Oğlumun giysilerini kendi giysilerimin içine karışmış buluyorum artık. Bu iyiye işaret; demek ki büyüyor oğlum ve ben de yaşlanıyorum. Ne güzel! Dün de ayakkabılarımı giymiş, numarasını soruyordu meraklı bir acelecilikle. Dilerim sağlık ve iyilikle görürsün ayakkabılarımın ayağına tam oturduğu günleri. 

Dilerim yapamadıklarımız için bağışlarsınız bizleri…

 

Alıntılar:

“Beyaz Dağ’da Bir Gün”, E.Yağan

 “Yıkıntılar Arasında”, Z.Yaseyan

“Kucaklaşmanın Kitabı, E.Galeano