Başlığa bir de “kul”dan “vatandaş”a diye ekleme yapmak gerekirdi.

29 Ekim 1923 günü, saat 20.30’da, TBMM; 1921 Anayasası’na yapılan, “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” maddesini de içeren ekleme ve değişikliklere ilişkin yasa tasarısını kabul ettiğinde; yönetimin padişahın hüküm sürdüğü Saray’dan Meclis’e geçişinin ve artık yönetilen kulların değil yöneten vatandaşların ülkesi olduğumuzun da altı çiziliyordu.

Bugün, 100. yaşını kutlamaya 4 yıl kalmışken, Meclis’in yerini yeniden Saray’ın aldığı, tarikat ve cemaat ağları içinde kulluğun öne çıktığı bir ülke olmanın hüznünü yaşıyor olabilir, ya da 100. yaşında; Saray’dan değil Meclis’ten yönetilen, kulluğun değil vatandaşlığın öne çıktığı demokratik bir cumhuriyete kavuşmanın mücadele azmiyle dolabilirsiniz.

Ne yazık ki, 96. yılında cumhuriyet’in, bu memleketin bir valiliği, “kamu düzeni” için tehdit olarak görüp “cumhuriyet yürüyüşü”nü yasaklayabiliyor!

Yaptığı ya da yapmadığı kimi şeyleri sayarak, eleştirenleri de oldu cumhuriyetin, hem de çok! Ancak, cumhuriyet yürüyüşlerini kamu düzenine tehdit sayan valiler görülmemişti.

Kimse inkâr edemez ki, en yoksul yıllarında bu cumhuriyet, en yoksul çocuklarını en iyi okullarda “parasız yatılı” okutarak vali de yaptı, çok daha tepe noktalarda yönetici ve dünya çapında bilim insanı, sanatçı da…

Bugün, yoksul çocukların tarikat ve cemaatlerin “yatılı mektep”lerinde taciz, tecavüz kurbanı olmalarının, yanarak ölmelerinin önünün alınamadığı günlerden geçiyoruz.

96 yıl önce ilan edilen cumhuriyet aydınlanmacıydı, pozitivistti, laikti…

Eleştirilecek yönleri vardı tabii; ancak onu değerlendirirken resmi tarih ve resmi ideolojinin klişelerinden uzak, Batı merkezli kitabi ezberlerden bağımsız olabilmek, atılan ve atılamayan adımları o günlerin koşulları içinde değerlendirebilmek gerekirdi. Sahiplenmeler de, eleştiriler de bu iki uca savrularak yapıldı daha çok.

1923’te kurulan cumhuriyet; kaçınılmaz olarak, I. Dünya Savaşı sonrasının koşullarından, İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler’in yükseldiği dünya konjonktüründen etkileniyordu.

Etnisite (Kürt meselesi) ve din konusundaki karnesi tartışıldı en çok. Biraz da bunlarla bağlantılı olarak insan hakları ve demokrasi/özgürlükler karnesi…

Kabul etmek gerekir ki, en önemli hedeflerinden biri olan vatandaşlık açısından geldiğimiz noktada, vatandaşlığın “kimlik”lerle gölgelenmesinden mustaribiz. Müslüman, Türk, Kürt, Alevi vb kimlikler vatandaşlığa baskın hale geldikçe, cumhuriyetin özgür bireyi vatandaşlar olmaktan çok belli kimliklere hapsolmuş insanlar olarak bir arada yaşamakta zorlandık.

Yine de, 29 Ekim 1923’le gerçekleşen devrimci atılım ve o atılımın; hilafetin ve şeriat hukukunun kaldırılması, eğitim birliği, harf devrimi ve kadın hakları gibi kazanımları son derece önemli kazanımlardı. Ne yazık ki, laikliğin ciddi bir saldırı altında olduğu savunusunun silikleştiği günümüzde, bunlar da solun titizlikle savunması gereken değerler olarak öne çıkıyorlar.

Cumhuriyet bir modernleşme, kentleşme projesiydi aynı zamanda. İnsanların kırdan “taşı toprağı altın” İstanbul’a akınının da hikâyesi. Ve aynı zamanda, altının küçük bir azınlığa, taşın toprağın ise büyük çoğunluğa kalmasının hikayesi…

Şimdi, 100. yılına doğru giderken, “sevgili cumhuriyet”imizi; Saray’ın değil Meclis’in, kulların değil vatandaşın, tavizsiz bir şekilde laik ve kamucu, kesinlikle daha demokratik, daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir ülkenin yönetim biçimi yapmak görevi de solun öncelikli görevleri arasında yer alıyor.