Kitaplar yazarlarından bağımsız bir hayat sürer; hep yeni anlamlara, yeni okumalara kapı açarlar. Orwell’ın eserleri de öyle oldu. Biz şimdi 1984 mantığıyla yönetilen bir dünyada kuşatılmış haldeyiz. Neredeyse hepimiz birer Winston olmak üzereyiz.

Diyelim yaşıyor, nasıl yazardı 2024’ü?

Ne güzel şeydir unutmak! Üstünüzde gölgesinin bile olmasını istemediğiniz o eski kötü anıların bir gecede yok olup gitmesi ne güzeldir. Unutmak istedikleriniz bir anda gri bir toz bulutunun içinde yok olup gidiverir. Gitsinler, çünkü ne zamandır sizin önünüzde belalı bir engel gibi duruyorlardı. Sıfırdan başlarsınız her şeye, ne güzel. Sonra artık günün parlayan cazibesine dönüp yeniden ve yeniden kurduğunuz senaryo, o yeni hayat sizi mutlu edecektir. Zamana uydunuzsa, zaman sizi alkışlayacaktır.

George Orwell 1984’ü aslında 1980 olarak yazacaktı. Bitiremedi, 1982 yaptı, gene olmadı, 1948’de ancak bitirebildi. O da ne yapsın 48’i tersine çevirdi 1984 oldu romanın adı. Yaşıyor olsaydı 1984’te ne yazardı, nasıl yazardı? Ya 2024’te? Uçuk, öfkeli, ilkesiz bir yazardı Orwell. Hayvanlar Çiftliği’ni de, 1984’ü de sosyalizmin prestijinin en yüksek olduğu zamanlarda yazmıştı. İkinci Dünya Savaşı Sovyetlerin zaferi ile bitmiş, ABD çoktan teslim olmuş Avrupa’yı kurtarmak için değil, Sovyetleri durdurmak için koşa koşa Normandiya kıyılarına gelmiş; Nazi zulmü, soykırım tüm vahşeti ile ortaya çıkmış, Hitler intihar etmiş, tüm dünyada sosyalizmin zaferi konuşuluyor ama sosyalist Orwell’ın kendini haklı bulduğu kızgınlıkları, kırgınlıkları var. İspanya iç savaşına yardım etmeyen Stalin’e kızıyor, Sovyetlerdeki soruşturmalara, davalara kızıyor, devrimin evlatlarını yediğine inanıyor, mutsuz. Romanda arada bir proletaryayı hatırlasa da durumu umutsuz buluyor. Ve sosyalizmi unutuyor sonra. Onda yalnızca baskıcı, zorba bir diktatörlük görüyor. Romanı güzel Türkçesiyle çeviren dostum Celal Üster’in dediği gibidir; “...günümüzde Orwell’ın güncel kaygıları umursamayan gözü pek seçimini daha haklı ve değerli kılan durum söz konusu...” (Can Yayınları, önsöz, sf,10)

Orwell sert eleştirilerini içeriden mi yoksa karşı cepheye geçerek mi yazdı söylemek zor. Celal Üster “Toplumun bağrında yatan olası tehlikelerin bir izdüşümüydü” diyor. (age. sf.14) Sonuçta kitaplar yazarlarından bağımsız bir hayat sürer, hep yeni anlamlara yeni okumalara kapı açarlar. Orwell’ın eserleri de öyle oldu. Biz şimdi 1984 mantığıyla yönetilen bir dünyada kuşatılmış haldeyiz. Neredeyse hepimiz birer Winston olmak üzereyiz.

UNUTMAK HATIRLAMAKTIR

İnsanoğlunun hafızası, biliyoruz, unutmakla maluldür, ama unutmak aynı zamanda hatırlamak demektir; unuttukça hatırlarsın, kaçtıkça kovalanırsın. Yapılacak tek şey zamanı, şu geçip gitmiş olanı ağır, kalın vurgularla, duyduğun derin öfkeyle yeniden yazmaktır. “Böyleydi” diyeceksin, “biliyordum” diyeceksin, “daha o zaman söylemiştim” diyeceksin, “karşı çıkmıştım” diye heyheyleneceksin. Herkesin küfrettiği sembollerden birini sen de çıkar mezarından ve bas kalayı. Artık Stalin mi olur, Troçki mi, Lenin mi olur, Atatürk mü? Nasıl da rahatlar ama ruhun. Ve zamanın koruyucu kalkanı içinde ne kadar da kahramansındır.

Kitaplar seni yazar, sen kitapları yazarsın. Ama dedim ya, unutmak aynı zamanda hatırlamaktır. Unutmak bir belalı eylemdir. Hatırayı, kendini sürekli hatırlatanı kovma eylemidir. Zordur unutmak. Sen bakma, beşerin hafızası istediği kadar “Nisyan! Nisyan!” diye bağırsın, arşiv diye bir şey var. Hem arşiv öyle sandıkları gibi yalnızca tozlu raflarda, çekmecelerde bulunmaz. Asıl arşiv bir türlü söz dinlemeyen beynindedir senin.

Arşivden o artık kült olmuş romanı çıkarıp yeniden okumaya başlıyoruz. Bu anlatılan bizim yaşadığımız çağın hikâyesi değil mi? Büyük Birader bizi gözlüyor, işte duvarda devasa fotoğrafıyla, nereye gitsek, nereye dönsek bize bakıyor. Teknik de teknoloji de iyice gelişmiş, öylesine övünüyoruz ki, dijital dünyamızla, özgürlüğü kendi ellerimizle gömdük. Bu çılgın teknoloji, bu dijital dünya insan için kullanabilir mi diye aklımızdan bile geçmiyor. Orwell sağ olsaydı nasıl yazardı acaba?

BÜYÜK BİRADER İDEOLOJİSİ

Gazetedeki haberi gördün mü? Öyle elini kolunu sallayarak özgürce gezip tozmak yok artık. Özgürlüğün adı da, içi de, dışı da değişti. Şöyle yazmış gazeteci: “Bu yıl içinde kamu kurumlarına, yüksek güvenlik isteyen yerlere ve havalimanlarına, kimlik göstermeden, kendimizi tanıtmadan biyometrik sistemle yüz ve parmak izlerimizden bizleri tanıyan donanımlar sayesinde girebileceğiz.” Belki de nesi varmış bu haberin diyorsunuz. Adeta sevindirik olmuşsunuz. Aaa! Ne güzel böyle bir teknolojiyle tanışmak, bu mutluluğa kavuşabilecek miyiz sonunda? Peki, sizi bu kadar sevindiren nedir? Yakında pek yakında biyometrik denetim sistemine kavuşuyormuşuz ya, işte odur. İdeolojik bakış nerede peki? “Kendimizi tanıtmadan girebilecek”mişiz ya işte oradadır. Gerçek gazeteci bu gelişmeyi öğrendiğinde halka insanlara olup biteni, olacağı açık net nesnel bir şekilde anlatmakla yükümlü değil miydi? Kendini ideolojinin tuzaklarından kurtarması gerekmez miydi? Aslında bu haberin gerçeği şöyle değil mi: “İlgili ...’nın açıkladığına göre yakında havaalanlarına ve yüksek güvenlik isteyen yerlere ancak biyometrik denetleme sistemleriyle girilebilecek. T-Ray ve T-Hz modülleri ile üst ve eşyalar, kimlik bilgileri denetlenecek. Böylelikle kişinin, sakın tırnağı unutma ey gazeteci, ‘sakıncalı’ olup olmadığı belirlenecek.”

Gazeteci eylemin öznesinin alttaki insanları “makul şüphe” nesnesi olarak gören ve denetleyen algoritmalar olduğunu, algoritmaları da üstteki insanların yazdığını, yazdırdığını açık net bir şekilde anlatmak, dile hakim ideolojinin süzgecinden kurtarmak, kendi nesnel dilini bulmak zorundadır. Ama sen gazeteciliği çoktan unuttun, sana verdikleri gözlük gerçeği başka türü gösteriyor. Büyük Birader seni gözlüyor, korkunun esirisin, senden bir şey olmaz artık.

Fidel hala Kübalıların yüreğinde yaşıyorsa, sen onu boynu bükük bir ikona gibi resmedebilir, turistik bir mal olarak Che’nin yanına yerleştirebilirsin, ama sakın ciddiye alma yaşayan Küba’nın anlamını. Gezilen ve iç çekilen bir müze gibi bakacaksın oraya da. Hatırlarken bazı konuları es geçersin, hatırlatanlara da “önemli değil artık bunlar” dersin. Yap bu dediğimi, “unutma, unuttukça sıra sana gelecek” diyen delikanlılara takılma fazla. Senin kavramlarla oynamakta usta bir jonglör olduğunu nereden bilecekler?

***

Kavramlar dedim de aklıma geldi; hatırladım eski ustalıklarını, kelimelerle oynamaya teşne stilini. Sen kavramlarla oynayıp hepsini bir çırpıda “hallederken” aslında kendi geçmişinle sessizce hesaplaşıyorsun. On yıl geri gidip yirmi yıl uçmayı düşünüyorsun. Kanatlarını açıp, genişliklerini ölçüyorsun. Ne kadar uçabilirsin bilmem. Unutmak uçurur, hatırlamak yeryüzüne çeker. Benim bu kavramlarla ilgili bildiğim, onların zaman içinde, zamanla birlikte kendilerini sürekli yeniledikleridir. Zamanın ve mekanın içinde kendilerini her gün yeniden var ederken, sürekli yenilenen kavramlar kendilerini yok saymak isteyenlerle alay eder gibidirler sanki. Sosyalizm böyledir mesela. Senin kurtulmak istediğin kavramları devreden çıkartacak olan, kendi varlığını onlarla kurmuş olan kapitalizm ya da onun bir başka görüntüsü olan emperyalizm ya da onun en zorba hali faşizm değildir. Tam tersine unutmak istediklerinin varlığı onun varlığına, yok olup gitmeleri onun yok olup gitmesine bağlı.

Bak gördün mü yine kısırdöngüsünde kayboldun zamanın. Haydi, bir düşün bakalım, yaşıyor olsaydı söz gelimi, nasıl yazardı Orwell 2024’ü? Kısırdöngü dedim ya, için rahatlasın diye öyle dedim.

Zamanın diyalektiğidir onun adı aslında...