Dünya artık  zombilere mi ait?

72. Cannes Film Festivali, Amerikan bağımsız sinemasının gözde isimlerinden Jim Jarmusch’un “The Dead Don’t Die” (Ölüler Ölmez) filmiyle açıldı. Yıllar öncei Cannes’da “Stranger Than Paradise” adlı filmi ile fırtınalar yaratan Jarmusch’un kara komedi-korku türündeki yeni filmi, yönetmenin yaratıcı zekasına yakışmayan bir yapıt.

Açılış filmi olmasının yanısıra, Uluslararası Yarışma bölümünde yer alan 21 filmden biri olan “Ölüler Ölmez”, Centerville adlı hayali bir Amerikan taşra kasabasında geçiyor. Bir ‘diner’ı (bar dıyebiriz), bir benzin istasyonu, üç kişilik bir polis gücü ve muhafazakar Amerikan toplumunun tipik özelliklerine sahip küçük bir kasaba bu. Kafasında, “Keep America White Again” (Amerika Beyaz Kalsın) yazan şapkası, ‘siyah’ komşusu ile samimi bir sohbete dalan erkekleri ve işleri çekip çeviren kadınları ile tipik bir Güney kasabası…

Günlerden bir gün, kasabanın sıkıcı yaşamı olağan dışı ve korkutucu olaylarla sarsılır. Hayvanlar ortadan kaybolur, elektronik aletler çalışmamaya başlar ve akşam olmasına karşın gün kararmaz. Parçalanmış cesetler kaplamaya başlar ortalığı. Kasabalılar, vahşi hayvanların saldırısınma uğradıkları kanısındadır. Polis memurlarından sinema meraklısı olanı ise, olup bitenlerin bir zombi saldırısı olduğunu düşünmeye başlamıştır.

Zombilerin yeryüzünü istilasına bir de gerekçe yaratmış Jarmusch: küresel ısınma sonucu dünyanın aksının kayması, ölülerin mezarlarından çıkmasına neden oluyor… Zombiler, insanları ısırmaya, yemeğe başlıyor. Bu arada, yaşamlarında tutkuyla bağlandıkları sözcükleri tekrarlıyorlar durmadan… “Wi-fi”, “Kahve” v.b. sözcükleri… Kablosuz bağlantının olduğu bir mekana geldiklerinde, sevinç çığlıkları atarak, kafalarını telefonlarından kaldırmadan o meşhur zombi yürüyüşlerini yapmaları filmin nadir keyifli anlarından biri…

Devlet otoritesini temsil eden üç polis memurunun zombilerle mücadelelerinin sonuçsuz kalması, felaketin kaçınılmazlığını gösteriyor. Kendini kurtarabilen tek kişinin, ormanda yaşayan bir evsiz-barksız olması ise, kurtuluşun doğaya sahip çıkmakta yattığını gösteriyor. Güzel de, biraz ‘kör gözüm parmağına’ olmuyor mu?

Festival jüri üyesi Elle Fanning de açılış törenine katılan isimler arasındaydı.

Romero’ya saygı

Trump Amerikası’nın değerleri ile dalgasını geçen Jarmusch, tüketim toplumunun cazibesine kapılmış orta sınıf Amerikalıların ülkeyi felakete sürüklemekte olduğunu anlatıyor. Kanla, şiddetle beslenen, doğadan kopmuş, elektroniğe teslim olmuş Amerikalıya kendini gösteriyor bir bakıma… Ama bu yeni bir şey değil ki! George Romero bunu çok önceleri yapmıştı, “The Night of the Living Dead”(Yaşayan Ölüler Gecesi) adlı –zombi türünün klasiği sayılan- filminde. Onu başkaları da izledi. Zombi türü içinde, tüketim toplumunun değerlerini kıyasıya eleştiren ürünlerin sayısı bir hayli kabarık, hiçbiri Romero’nun çizgisne ulaşamasa da…

Jarmusch’un filmi de, eğlenceli olmasına eğlenceli, ama açılış partisinden hemen önce gösterilmesi hiç iyi olmadı. Çeşit çeşit jambonlara, kuru etlere bakmadan peynirlere, sebzelere yönelmek zorunda kaldı konuklar! Şaka bir yana, korku-güldürü dozu yerli yerinde, çok iyi bir film müziğine ve başarılı bir oyuncu kadrosuna sahip filmde, ticari bir yaklaşımın Jarmusch’un yaratıcılık yönünü gölgelediğini görmek üzüntü verici.

Bill Murray, Adam Driver, Chloe Sevigny, Selena Gomez, Danny Glover, Sara Driver, Tom Waits gibi parlak isimler var kadroda, ama en hoşu Tilda Swinton’u samuray kılıcı ile kafa koparan, uzaylı (yanlış okumadınız) bir cenaze levazımatçısı olarak izlemek! Sonuç olarak, dünyanın ‘can alıcı’ sorunlarına değinmekle iyi birşey yapmış Jarmusch, ama sanatsal açıdan beklentilerimizin, muhtemelen Altın Palmiye’nin de uzağına düşüyor.