Devletler de bu dur durak bilmez, ölümü hiçe sayan göçmenlere, mültecilere karşı sınırlarını tahkim etme derdine düştüler. Zenginliği paylaşmak istemiyorlar çünkü.

Duvarlar, duvardaki tuğlalar

Duvar çok anlamlı bir sözcüktür. Evimizin duvarlarının bizi soğuktan, yağmurdan, kardan, saldırılardan, hırsızlardan koruduğunu varsayarız, umarız. Ur kenti yakılıp yıkıldığında “Ur’un etrafını çeviren surlar boyunca ağıtlar yakıldı” diye yazıldığı gibi Sümer tabletlerinde, biz de ağıt yakarız evimiz barkımız yıkıldığında. Dört duvardan oluşan bir yuva evsizlerin hayalidir. Son günlerde barınacak yer bulamayan üniversiteli gençlerin isteği de budur. Bir yer istiyorlar uyuyacak, ders çalışılabilecek, arkadaşlarıyla birlikte olmanın tadını çıkarabilecekleri bir yer.

Ama başka duvarlar da var.

Duvarların tarihinin mülkiyetle, özellikle toprak mülkiyeti ile ilgisi vardır. Fikret Başkaya Hoca’dan aktaralım; “Çitleme, ya da İngilizce enclosure , XVI, XVII ve XVIII’inci yüzyıllarda ortaya çıkan bir toplumsal sürecin adı. Küçük çiftçilerin, küçük ailelerin kullanımına sunulmuş toprakların büyük toprak sahipleri tarafından ‘çitle çevrilerek’ ellerinden alınması demekti. Komünal tarzda sahiplenilen, işlenen topraklar, meralar, otluklar, fundalıklar vb. büyük mülk sahipleri tarafından gasp edildi. Bugünün tabiriyle özelleştirildi.”

Küçük mülk sahiplerinin elinden mülklerini almak kapitalizmin olmazsa olmazıydı. Thomas Morus da Ütopya’sında, yine Başkaya’dan aktaralım, bu vahşeti şöyle anlatır: “Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. En çok oturulan en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor: kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini de türlü yollarla tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak. Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler çoluk çocukları, dulları, yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir: onları da yakalayıp serseri deyip zindana atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların? Çalışmaya can attıkları halde kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak.” İşte işsizlerin kapısından döndüğü duvarlar da böyledir.
Ama başka duvarlar da var.

Tarih duvarlar ve duvarlarla savaşın tarihidir

Tarihte duvarlar hep önemli oldu. Troya duvarlarının, içine savaşçıların saklandığı Tahta At hilesiyle aşıldığını anlatır Homeros. Çin Seddi de büyük, sınırsız gibi görünen Çin ülkesinin kendisini batıdan kuzeyden gelecek saldırılardan korumak için inşa ettiği, tarihin en uzun duvarı değil mi? Daha eskilerden bir örnek verelim. Kalıntıları hâlâ duruyor Hadriyanus duvarının. İngiltere’yi doğu-batı doğrultusunda ikiye ayıran taştan yapılmış bir duvardı; Roma İmparatorluğu denetimindeki Britanya’yı İskoçyalı kuzey kabilelerinin “barbarların” akınlarından korumak için inşa edilmişti. Kalıntılarını turistler geziyor şimdi.

Fatih’in yıktığı surların kalıntıları da hâlâ durmuyor mu?

Ya Berlin Duvarı? İkinci Dünya Savaşı biterken ABD, İngiliz ve Fransız ordularının, Kızıl Ordu’nun Berlin’in tümünü Nazilerden temizlemesini böylece zaferin baskın, belirleyici gücü olmasını önlemek için son hızla yetiştikleri günlerin eseridir. Amerikalıların denetimindeki bölgelerde bir anlaşma yolu aranmaksızın kurulan Federal Alman devletine karşı Sovyetlerin egemen olduğu belgede de Demokratik Alman Cumhuriyeti kuruldu. Demokratik Almanya’nın ortasında kalan Berlin de ikiye bölündü. DDR yönetiminin bir gecede ördüğü duvar, Sosyalist dünyanın içten dıştan saldırılarla yıkılmasından, çözülmesinden, DDR’in Federal Almanya’ya katılmasından sonra ortadan kalktı. Bir parçası turistler için bırakıldı ki, bizim buralardan gitmiş yurttaşlarımızın yoğun yaşadığı Kreuzberg’tedir.

Savaşın yaralarını sarmayı başaran ülkeler hiç istemeseler, hatta unutmak isteseler de geride o vahşetin izlerini anlatan anıt duvarlar kaldı. Bazılarını baktıkça utanan gözlerimle gördüm. Büyükçe bir meydanı duvarlarla çevirmişlerdi. Kapısında “Arbeits macht frei - çalışmak özgürleştirir” yazıyordu. Oysa o duvarın arkasında özgürlük değil ölüm vardı. Yüzbinlerce Yahudi, komünist, engelli, Çingene, güvenilmez yabancılar o ölüm kamplarında yok edildi. Katledilen Yahudilerin eski mezarlığına Hitler kıyımından sonra eklenenlerin anıt duvarını da gördüm Frankfurt’ta Judengasse’de.

Ama başka duvarlar da var.

Eskiden de vardı ama son yıllarda güneyden kuzeye, doğudan batıya, yoksulluktan zenginliğe doğru kitlesel göç hızlandı. Devletler de bu dur durak bilmez, ölümü hiçe sayan göçmenlere, mültecilere karşı sınırlarını tahkim etme derdine düştüler. Zenginliği paylaşmak istemiyorlar çünkü. O zaman ne yapsınlar; çelikten, dikenli tellerden, betondan duvarlar dikiyor, nöbetçi kulübelerine silahlı muhafızlar yerleştiriyorlar. Yine de denizleri aşıyor, çölleri geçiyor, zengin ülkelerin muhkem duvarlarına dayanıyor göçmenler.

Başka duvarlar da var, ama...

Uzatmayayım artık; dört duvarın, sesi kulak tırmalayan metal kapının arkasındaki hücreyi de anlatmayayım, bilmeyen kalmadı çünkü neredeyse.
Bir tuğla çekilse yıkılır mı duvar?

Duvarlar yalnızca sınırları korumak için değildir. Başka türleri de var. O duvarlar sırları, cinayetlerin gizlerini gözlerden uzak tutmak için, saklamak içindir. Derler ki “tamam bir şeyler oldu, cinayetler, kırımlar, kıyımlar yaşandı, ama onları işte şu duvarın arkasında saklamak zorundayız. Devletin bekasının gereği budur.”

Gazeteciler, aydınlar, bilim insanları öldürüldü, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta toplu kıyımlar yaşandı, kimi zaman tetikçileri yakalayıp hiç değilse bir süre için zindana attılar ama “bu kadar yeter” deyip bıraktılar katillerin çoğunu. Gazetecilerin, gazeteciliğin ustası Uğur Mumcu öldürüldüğünde de aynı masalı okudular. Zamanın çok şöhretli Emniyet Genel Müdürü, Uğur Mumcu’nin eşi sevgili Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret etmişti. Güldal Mumcu tetikçilerin yakalanma tutanaklarındaki tahrifatlardan söz etti; “soruşturmanın kapatılmak istendiği izlenimini edindim; görüyorsunuz, bir sürü yanlışlık önümüzde bir duvar gibi duruyor” dedi sonra. Şöhretli müdür “o duvarın altından bir tuğla çekerseniz duvar yıkılır” diye açıkladı derin devletin sırrını. “Peki neden çekmiyorsunuz o tuğlayı?” sorusunu “yapamam” diye yanıtladı hâlâ beğendiği yerleri “çitlediği” söylenen müdür.

Aslında o duvar tuhaf bir duvardır. Duvarı örenlerin yerleştirdiği her tuğlada bir ölüm, bir cinayet var ve başı sonu yok o duvarın. 16 Mart 1978’de İstanbul üniversitesinin kapısı önünde 7 öğrenci bombayla öldürüldü. 24 Mart’ta Savcı Doğan Öz katledildi. Sonrası sanki hızlandırılmış bir korku filmi gibidir. Dr. Necdet Bulut, Prof. Ümit Doğanay, Prof, Cavit Orhan Tütengil, Prof. Bedri Karafakioğlu, Dr. Sevinç Özgüner, 7 TİP’li genç, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Adana Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Akın Özdemir, Yazar Ümit Kaftancıoğlu, Kemal Türkler, gazeteci Abdi İpekçi ve daha pek çok can… Ve generallerin faşist darbesi çöktü ülkenin üstüne. Tuğlalara yeni tuğlalar, duvarlara yeni duvarlar eklendi. Geldik bu günlere. Kitabını yazdı arkadaşlar. Daha başka duvarları anlatmak için; durayım, susayım ben de artık…

***

Duvarlar böyledir. Bu nedenle bir tuğlayı çekmekle duvar yıkılmaz. Çünkü o duvardaki her bir tuğlada kan var. Duvarsız, sırsız, sınırsız, temiz bir dünya gerek insanlara. Öfkemiz sis içinde dağılıyor, kaybolup gidiyor, gitmesin. Ölümleri, ölümlerin verdiği derin kederi anlatmakta pek aciz, pek cılız kalmış bu yazıyı da Nâzım’ın dizeleriyle kapatalım ki umutlar tükenmesin, gelecek kararmasın.

Ne diyordu Nâzım? “O duvar, diyordu, o duvarınız vız gelir bize vız…