“Yaptığın şeyden hoşlanmıyorsun. Üzgünsün. Ne istediğini hatırlamıyorsun. İstemeyi bile hatırlamıyorsun. Aradan çok uzun zaman geçmiş. Ve hiçbir şey değişmiyor.”

Eğer bu sözler vampir bir genç kız tarafından orta yaşlı bir fahişeye söyleniyorsa, bireysel düzeyde ‘baskılanmışın geri dönüşü’nü haber veren bir öyküyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Ama eğer bu konuşma başından sonuna dek sembol ve metaforlarla örülü bir İran filminde geçiyorsa durum farklılaşıyor: Genç vampir kız, ülkenin yakın geleceğine, uyuşturucu bağımlısı fahişeyse yakın geçmişine göndermeler içeriyor; böylece bu hüzünlü sohbet baskılanmışın toplumsal düzeyde geri dönüşünü -ya da en azından buna dair bir hesaplaşma umudunu- haber veren yeni bir yapıya dönüşüyor.

İranlı yönetmen Ana Lily Amirpour’un ‘fantastik gerçekçi’ bir İran hikâyesini çok başarılı set düzenlemeleri -Farsça tabelalar, bina numaraları vb.- ve oyuncu uygulamaları -tüm oyuncuların İranlı olması ve Farsça konuşmaları- sayesinde California’nın Kern County adlı ıssız taşrasında yapmayı başardığı filmi A Girl Walks Home Alone at Night/Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız‘da gösterilenler -yüksek oranda uyuşturucu bağımlılığı, yaygın fuhuş, sefalet- aslında hiç de abartılı ya da İran’da olmayan şeyler değil -Şiraz kentinin kıyısındaki bir mezarlıkta yaşayan fahişe ve eroin bağımlılarının korkunç dramını hiç estetize etmeden gösteren oldukça sert bir belgesel için bkz. Naken och Vind/Çıplak ve Ayazda, Nima Sarvestani, 2003- ama İran sokaklarında böyle bir film yapabilmek imkânsız; bu unsurların hiçbiri olmasaydı bile, film ‘çarşafın bir vampir pelerini olarak işlevi’ni gösterdiği için yapılmasına izin verilmezdi!..

Uyuşturucu bağımlılığıyla ilgili Batı merkezli anlatılarda çoğunlukla anne-baba çocuklarının bağımlılığıyla yüzleşmek zorunda kalır. Uyuşturucunun hiçbir zaman ‘sadece uyuşturucu’ olmadığı bu tür hikâyeler çoğunlukla ülkenin yakın geleceği konusundaki kaygıları dile getiren “Ne olacak bu gençlerin hali?!” anlatılarıdır. Oysa Gece Yarısı Sokakta...’da tam tersi oluyor, genç oğul Arash ihtiyar babasının eroin bağımlılığından doğan problemlerle boğuşuyor. Film ilerlerken bunun basitçe bir baba-oğul hikâyesi olmadığı, İran’ın mollalar tarafından biçimlendirilmiş şeriatçı yakın geçmişiyle onlardan kurtulmaya çalışan yakın geleceği arasında hüzünlü bir karşılaşma, metaforik bir politik tartışma olduğu netleşiyor -tıpkı vampir kız ile fahişe arasındaki ilişkide olduğu gibi...

Yakın geçmişe yönelik sert bir eleştiri sunan film bir tartışma açıyor ama ne yazık ki gelecek konusunda pek de umutlu değil. Geçmişiyle geleceğiyle ‘kötü şehir’deki -enerji santralı ve petrol kuyularıyla kuşatılmış, Çernobil’in hemen yanı başındaki Pripyat’ı andıran bomboş, renksiz, ruhsuz ‘Kötü Şehir’ (Şahr-i Bâd)- şu temel karakterlere bakın: Uyuşturucu bağımlısı, toplumsal ya da bireysel düzeyde hiç kimseye faydası olmayan bir baba; uyuşturucu parası için seks yapan hüzünlü bir fahişe-anne; bahçıvanlık yaptığı evden mücevher çalan, babasının bağımlılığı nedeniyle borçlu olduğu satıcı ölünce adamın çantasını alıp uyuşturucuları kendisi satmaya başlayan genç adam; bir çocuğu öldürmeyecek kadar iyi ama bir evsizin kanını emecek kadar da acımasız vampir genç kız -uyuşturucu kullanmıyor ama kurbanlarından bazıları kullandığına göre kanında epey olmalı; ailesi var mı yok mu belirsiz, dilenerek yaşayan küçük oğlan... Geleceği bunlar mı inşa edecek?

Tek bir karakterin bile sağlıklı bir özdeşleşme nesnesi olmadığı film izleyiciyi sonuçta en acı öneriyle, bir ehvenişer teklifiyle baş başa bırakıyor: Kötüler arasından en az kötü olanı seçin ve yolunuza devam edin. İyi de, bu ehvenişer denilen ‘şer’ de bir tür uyuşturucu değil mi?!

Ama neyse ki insanlık tarihinin gösterdiği bir şey var: Bastırılanın geri dönüşü, ister toplumsal düzeyde olsun ister bireysel, asla ehvenişer üzerinden olmuyor.