(Bu yazı, The First Omen/Omen: İlk Kehanet ve Immaculate/Arınma filmleri hakkında ağır ‘spoiler’ içermektedir.)* 

‘Nunsploitation’ diye adlandırılan bir film alt-türü var -belki ‘rahibe istismarı’ diye Türkçeleştirilebilir ama kültürel farklılıklar nedeniyle yeterince açıklayıcı olacağını sanmıyorum. Bu alt-tür, kilise konusunda hiç de ürkek davranmayan Ken Russell gibi bazı Avrupalı yönetmenlerin manastır hayatına epey sert biçimde saldırdığı filmlerle başladı, sonra 1970lerin seks filmleri furyasında basit rahibe fantezilerine dönüştü.   

Öykülerin genellikle ortaçağ manastırlarında geçtiği, rahibelerin bastırılmış arzuları ve şeytan tarafından ayartılma korkularından -ki, her zaman da ayartılırlar!- devşirilen erotik-korku fantezileri üstüne kurulu bu filmler, zamanın ruhuna uygun değişimlerle seyirciyi istismara devam ediyor. 

The Nun serisi, yeni gösterime giren The First Omen/Omen: İlk Kehanet ve Türkiye’de Nisan sonunda gösterime girmesi planlanan Immaculate/Arınma, ‘nunsploitation’ filmlerinin belirleyici özelliklerini -lezbiyen ilişki vs.- taşımadığı için resmi olarak bu alt-türe ait ürünler sayılmayabilir. Ama türler-arası sınırların belirsizleştiği bir dönemde yapılan bu filmler, net biçimde ‘kadın oluş’ durumunu istismar ediyor. 

***

Tüm dinsel korku filmlerindeki gibi gerici bir karakter taşıyan Omen: İlk Kehanet’in öyküsü, sanki ‘68 hareketlerinden intikam almak için tüm dünyada sağcılığın yükselişe geçtiği 1971’in dünyasında yaşanıyor: Günlük yaşamda dinin etkisinin azalmasından ve solcu öğrenci hareketlerinin artmasından kaygılanan bir tarikat, Şeytan’ı dünyaya getirerek aslında Tanrı’nın ne kadar gerekli olduğunu insanlara göstermeyi amaçlamaktadır. Bunun için de manastırlardaki kızları kullanırlar. ABD’den gelip Roma’da bir manastıra kapanacak olan genç rahibe Margaret bu kızlardan biridir. Kilise yetimhanesinde büyümüş, bu yüzden seküler hayatla normal bir ilişki kuramamış deneyimsiz Margaret, oda arkadaşı Luz’un -’ışık’ anlamına gelen Luz, şeytan Lucifer’a (ışık getiren) göndermedir- ayartmasıyla, manastıra kapanmadan önce felekten bir gece çalar. Aslında Luz, çılgın gece ve Margaret’in kısa süre sonra ortaya çıkan esrarengiz gebeliği, kilisenin şeytani komplosunun parçalarıdır.  

Türkiye’de Nisan sonunda gösterime girecek Immaculate/Arınma filminde de, kilise yetimhanesinde büyümüş Cecilia adlı genç kızın ABD’den gelip Roma’da bir manastıra kapanmasının hikâyesini izleriz. Bu manastırı yöneten tarikatın amacı, Omen’dakinin tersine, İsa’yı/Tanrı’yı dünyaya getirmektir. Bunun için, el değmemiş bakireleri -’immaculate’ bu anlama geliyor- İsa’nın olduğuna inandıkları DNA kalıntılarıyla gebe bırakmaktadırlar. Ama, ya kızlar yeterince ‘temiz’ olmadığından ya da bilim ‘şeytan işi’ olduğundan, bir türlü kutsal doğum olmamaktadır. 

*** 

Klasik Hıristiyanlığın düalist ilahiyat görüşü, iki eril karakter üzerinden şekillenir: Tanrı ve Şeytan. Şeytan Tanrı’nın bir yaratığı olmasına rağmen, cennetten kovulma sonrası ‘baba’nın dengi bir güce sahip olur -iki bin küsur yıllık tek-tanrılı dinlerin temel yapısal özelliklerinin Odipus Kompleksi’yle açıklanabilir olmasının güzelliği! 

Bu iki eril gücün savaş alanı, kadın bedenidir. Kilise erkek-egemen aklıyla Bakire Meryem için ‘el değmemişlik’, ‘tertemizlik’ kavramını (immaculate conception) üretirken, Şeytan da bakireleri ele geçirip ‘kirletme’nin yollarını arar durur.  

Bu anlatı kültürüne göre, Roma’da kartlar hiç yeniden dağıtılmaz aslında; bu, kimin elinde hangi kartın bulunduğunu herkesin bildiği bir oyundur. 

Sinemanın dine benzeyen gücü buradan geliyor işte: Öykü ne kadar tekrarın tekrarı, saçma, akıldışı, insanlık ve ilerleme düşmanı olursa olsun, özdeşleşmeci anlatım yöntemleri yeterince güçlü kullanıldığında seyirciyi iki saat boyunca perde karşısında tutabilir.  

*Bu parantezi ekleme zorunluluğu hakkında da söylemek istediklerim var, uygun bir fırsatta...