Mart’ın ikinci yarısında, Fransız Sinematek kurumunda Peter Weir festivali vardı. Usta yönetmenin Truman Show (1998), Ölü Ozanlar Derneği (1989), Picnic at Hanging Rock (1975), Master and Commander (2003) gibi filmleri gösterildi ve kendisiyle çok keyifli söyleşiler yapıldı. Ben de bu vesileyle Picnic at Hanging Rock filmini tekrar -sanıyorum beşinci kez- izleme şansı yakalamış oldum.

Öyküsü 1900 yılının 14 Şubat gününde başlayan filmde Weir, biten bir yüzyıl ile yeni yüzyılın geçiş noktasında durup eğitim, toplumsal cinsiyet sorunları, kadın-erkek ilişkileri, taşrada sınıf farklılıkları gibi önemli konulara ışık tutar.

Avustralya’nın taşrasında yatılı bir kız okulunun öğrencileri, 14 Şubat Sevgililer Günü’nde okul yönetimi tarafından piknik yapmak için Hanging Rock adlı bir bölgeye götürülür. Ürkütücü bir ihtişamla göğe uzan bir kayalığın dibindeki ormanlık alanda eğlenen gruptan dört kız, öğretmenlerinden izin alarak kayalığa gider. Bu kızların kayalıklarda yaşadığı tuhaf esriklik, izin verilenden daha yukarıya çıkmalarına yol açar. Filmin tam anlamıyla rüya gibi aktığı bu ilk üçte birlik bölüm, kızlardan üçünün kayalıklarda kaybolması, birinin korkmuş biçimde çığlıklar atarak geri dönmesi ve öğretmenlerden birinin de kayalıklara gidip kaybolmasıyla sona erer.

Okulun sahibi olan Bayan Appleyard’ın ‘kurum imajı’yla ilgili kaygıları eşliğinde, yetersiz ve yeteneksiz taşra polisinin üstünkörü araştırmasına tanık oluruz. Kayalıklardan geri dönen kızın bacaklarında büyük olasılıkla çalılardan kaynaklanan çizikler olduğunu ve ‘bozulmadığını’ öğreniriz. Kız ne olduğunu anımsamamaktadır. Sadece arkadaşlarının yukarıya, daha da yukarıya çıkma arzusunu hatırlar.

Polisin arama çalışmaları biter. 14 Şubat günü piknik alanında bulunan ve kızları gören  genç bir asilzade, yeni arkadaş olduğu seyisle birlikte kızları aramaya çıkar. Derin kovuklarla dolu bu labirent gibi kayalıklarda epey zorlu, kabus gibi bir arama çalışması sonunda genç adam kızlardan birini (Irma) neredeyse ölmek üzereyken bulur. Bunun üzerine polis yeniden aramaya başlar.

Irma da hiçbir şey hatırlamaz. Vücudunda yara bere izleri ve çizikler vardır ama neyse ki bu kız da ‘bozulmamış’tır.

Soruşturma bir kapanır bir açılırken aradan aylar geçer. İflas etmek üzere olan Bayan Appleyard’ın okulu yaz tatiline girer, açılış görüntüsünden kapanışına dek seyirciyi diken üstünde tutan film, iki öğrenci ve bir öğretmenin kaybolmasının gizemiyle biter.

∗∗∗

Hiçbir şeye müdahale etmeden etrafı izleyen yaşlı bilgeleri andıran kayalıklar, hem biçimsel olarak hem de içerik bakımından ‘ehlileştirilememiş’ bir cinselliği sembolize eder. Geleneksel aklın tek derdi kızların ‘bozulup bozulmadığı’yken, Irma’yı bulan oğlanın kızlarla yaşıt olması ve bu fallus ormanındaki -kayalıklardaki- araştırmayı herkesten gizli yapması, ‘ergen cinselliği’nin bir metaforudur.

Sürekli aşk şiirleri okuyan ergen kızlar ve jeolojik oluşumlardan söz ederken sarhoş edici bir zevkle kendinden geçiyormuş gibi görünen öğretmenin kayboluşu, Kraliçe Viktorya döneminin ahlak anlayışının son bulmasıyla birleşmiştir -kraliçe de Ocak 1901’de ölecektir zaten...

Şaşırtıcı olan, 1975 tarihli filmde anlatılan “1900’ün cinsiyetçi ahlak anlayışı”nın filmin yapım tarihinden 50, hikâyenin geçtiği tarihten 125 yıl sonra bile hiç değişmeden kalmış olması: Atom ve uzay çağlarını geçmişiz, bilişim devriminin zirvesine ulaşmışız, ama hâlâ aynı kayalıkların dibinde dolanıp duruyoruz.