Ocak 2024’te gösterime girmiş Kör Noktada (Ayşe Polat, 2023) adlı güzel filmi ancak geçen hafta izleyebildim. Huzursuz bir ülkenin huzursuz hayaletlerine dair böylesine ustalıkla kurulmuş bir politik gerilim filmiyle karşılaşma şansını kolay elde edemiyor insan.

Filmin merkezinde Baran ve annesi var: 26 yıl önce ‘kaybedilmiş’ bir oğuldur Baran. Annesi oğlunun kaybedildiği gün yaptığı çorbayı, 26 yıldır her cuma bir kazan dolusu yapmakta, köye dağıtmakta, bir tabağı da belki gelir diye oğlu için ayırmaktadır.

Bu ana-oğulun birincil yörüngesinde, çorba ritüelini çekmek için Almanya’dan gelen iki kişilik bir belgesel ekibini görürüz. Bu belgeselciler, yaptıkları filmde, bölgedeki insan hakları ihlallerine karşı direnen bir avukata da yer vermek isterler. Ama avukat ortadan kaybolur. Sonra belgeselciler, nasıl bir karanlığın içine düştüklerini anlar.

Ana-oğulun ikincil yörüngesinde, işleri devletin sevmediği insanları kaybetmek olan JİTEM katilleriyle karşılaşırız. Belgeselcileri ve avukatı nasıl takip ettiklerini, devlet terörünü nasıl uyguladıklarını, ‘iş’ hayatlarıyla özel yaşamlarının birbirini nasıl etkilediğini görürüz.

Üçüncül yörüngede, faillerden başka kimsenin bilemeyeceği suçları bilen, katillerin nasıl bir zulüm makinesi işlettikleri kendisine ‘gösterilen’ yedi yaşında bir kız çocuğuyla karşılaşırız. Melek adlı bu çocuğa dadanan bir ‘hayali arkadaş’, kızın istihbaratçı babası ve dedesinin yaptıklarıyla ilgili korkunç şeyler anlatmaktadır. Bu yörünge, merkezdeki trajediyle bağlanarak dönüşü tamamlar: Baran ve annesine çektirilen azabın ardındaki hakikat ortaya çıkmadıkça travmanın etkileri sürecek, çocuk -sembolik düzeyde ‘ülkenin geleceği’- huzursuz hayaletlerden kurtulamayacaktır.

ADALETİN TECELLİSİ

Filmi izledikten sonra konuştuğum bazı arkadaşların bu hayalet meselesini anlamamış olmalarına şaşırdım.

Bir dostum, bu kadar somut bir ülke gerçeğinin aktarımı için hayalet kullanılmış olamayacağını düşünüyordu. Yönetmen filmde göstermese de, küçük kız bu bilgileri ya dedesinden  ya da babasının telefonundaki bazı kayıtlardan öğrenmiş olmalıydı.

Bir diğer dostumsa, ‘hayali arkadaş’ın cin olduğunu sanmıştı. Çünkü çocuğa korkunç şeyler söyleten hayali arkadaşı ortadan kaldırmak isteyen annesi, bir sahnede eve cinci hoca çağırıp kurşun döktürüyordu.

Elbette hayalet diye bir şey yok, bu filmde de mistik veya metafiziksel bir varlık biçimi olarak yer almıyor. Hayalet bir metafor; ülkenin yakın geçmişiyle (‘kaybedilenler’, Cumartesi Anneleri’nin evlatları) geleceği arasında son derece maddi ve somut bir tarihsel bağlantı kurmak için kullanılıyor.

‘Hayalet filmi’ dendiğinde aklınıza gelen tüm klişeleri üreten Hollywood sinemasındaki hayaletler de çoğunlukla böyle bir işleve sahiptir: Yeni bir eve taşınan aileye musallat olan hayalet, geçmişte zulme uğramış, acı çekmiş, adalet olgusundan tümüyle yoksun bir süreç sonunda yaşama hakkı elinden alınmıştır. Huzursuzdur, sadece ‘adaletin tecellisi’yle huzur bulacaktır. Bu yüzden, musallat olduğu insanları gerçeği ortaya çıkarmaları için zorlamaktadır. Yani aslında hayalet, psikanalitik süreçte bastırılanın geri dönüşüdür. Bu yüzden ‘huzurlu hayalet’ diye bir şey yoktur.

MIEVILLE’İN METAFORU

Sosyalist bilim-kurgu yazarı China Mieville’in Foundation (2003) isimli öyküsünde bu metaforu çok güzel kullanır. Bu, binaların duvar ve temellerini dinleyen bir adamın öyküsüdür: Bakım yapmak isteyen bina sakinleri önce bu adamı çağırır, binanın dertlerini öğrenirler.

Adam duvarları ve temelleri dinler, bina sahiplerine hangi duvarın çürüdüğünü, nerede tamirat yapılması gerektiğini söyler. Saptamalarında hiç yanılmayan adam, aslında tozlaşmış kemikleriyle binanın temellerine ve duvarlarının harcına karışmış ölülerle konuşmakta, bilgileri onlardan almaktadır.

Etrafımız böyle hayaletlerle dolu; yaşadığımız mekânda/ülkede neyin ters gittiğini anlamak için onlara birazcık kulak vermek yeterli olacak. 1915 Ermenilerinin hayaletleri, Dersim 1938’in hayaletleri, Maraş ve Çorum’un, Sivas’ın, bugün bile devlet teröristlerinin övgüyle andığı beyaz Toroslu 1990ların hayaletleri...

Eğer binayı gerçekten onarmak, insanca yaşanır bir yere dönüştürmek istiyorsak...