Sondan bir önceki darbedir; hızla indi, ekran karartıyor. Meslek örgütleri hâlâ “Halk TV’nin, Tele-1”in kapatılması tarihe kara bir gün olarak geçmiştir” türünden durum saptamasından öteye geçemeseler de medyanın hali ortadadır; besbelli zarlar atılmış, ipler kopmuştur.

Ethos, Pathos, Logos, Dartanyan...

Ethos, çağının büyük filozofu, öğretmeni, danışmanı Aristoteles’ten günümüze eskimediği akademide pek sık başvurulmasından belli kullanışlı bir kavramdır. Aslında biz de ukalalık sayılmazsa arada bir başvuruyoruz; çünkü sosyolojinin kurucu babaları arasında adı geçen Max Weber’den bu yana her derde deva olduğu, pek çok çetrefilli işi “spekülatif” bir kavram olarak kestirmeden çözdüğü söylenegelmiştir.

Aristoteles siyasette, adalette ve her nerede gerekliyse orada konuşma sanatının inceliklerini anlattığı ünlü Retorik adlı eserinde “etik”ten mülhem bu kavrama kullanışlı bir tanımla yolu açmış, sonra da entelijensiya zenginleştirmeye, büyütmeye, etlenip butlandırmaya pek meraklı olduğundan gereğini yapmıştır. Aristoteles eserinde “Retorik, belli bir durumda, elde var olan inandırma yollarını kullanma yetisi olarak tanımlanabilir” dedikten sonra, bu inandırma sanatının üç ayaklı sırrını verir: “İlki konuşmacının kişisel karakterine bağlıdır; ikincisi dinleyiciyi belli bir ruh haline sokmaya bağlıdır; üçüncüsüyse, konuşmacının kendinin tüm sözcüklerinin sağladığı tanıta ya da sözde tanıta bağlıdır.” İlkine Ethos denilmiştir, “iyi, ahlaklı, karakter sahibi, bulunduğu yeri dolduran kişi” desek sonrası için geniş yol açmış oluruz; ikincisi insanları coşturan, inanmayı kolaylaştıran Pathos’tur; üçüncüsü tahmin edilebileceği gibi Logos yani mantıktır. Belki de en önemlisi Logos olmalıdır ki, karşımızdakileri ikna edebilmek için artık her neyse “duruma uygun inandırıcı kanıtlar yoluyla bir gerçeği ya da sözde gerçeği kanıtladığımızda maksat hasıl olmuş olur!” (Çeviri: Mehmet H. Doğan, sf.37-38 YKY)

İşte Ethos ve onun mütemmim cüzleri Pathos ve Logos böyledir; daha sonra durum, anlam, ahlak, etik, değer vesaire... olarak akademik dünyanın felsefenin, olmazsa olmaz sosyolojinin hizmetinde büyük iş görmüştür. Bizde de özellikle son 20 yılın gözde Ethos’u olarak pek çok yerde görünmüştür ki, tuhaf bir “ahlak” anlayışının siyaset alanında hâkimiyetinin ifadesi olarak, tanınmış sosyologlarımız tarafından pek güzel, pek öğretici tarzda kullanılmış, adeta karanlıkta yitirdiğini aydınlıkta arayan Hoca gibi umut dolu zamanlar geçirmişizdir.

Uyur idik uyardılar

Günümüz Ethos’unun da değişen koşullarda tekli ve tekçi siyaset olarak kendini göstermesi bekleniyordu; nihayet bunalımlarla başı dertte sistemin içinde, göbeğinde gözle görülebiliyor, elle tutulabiliyor; dahası ağır bir şekilde içeride dışarıda hissedilebiliyor. Kabahat yeni bir Ethos olarak karşımıza çıkan da değil bizdedir; anlamakta kavramakta çok geciktik. Önce büyük bir kendini beğenmişlikle beyinlere zerk edilen ideolojik basınç patlama noktasına geldi; sonra da patladı işte. Biz pek rahat bir şekilde “Bize bir şey olmaz abi” uykusundaydık; uyuyorduk, uyardılar da zor oldu uykulardan uyanmak.

Hâlâ mahmurdur gözlerimiz.

Ama izleri iyi takip ediniz; nasıl İkinci Paylaşım öncesi pek vahşi Almanya örneğinde olduğu gibi SA’lar, SS’ler daha “rüşeym” halindeyken “bizden sonra geleceklere barışı ve insan mutluluğunu değil, ırkımızın korunmasına ve daha üstün bir şekilde yetiştirilmesine giden yolu göstermek zorundayız” ( Aktaran, Atilla Güney, Sosyolojinin Marksist Reddiyesi, sf. 36. Yordam Kitap) diye yazan Weber; öfkeli nutuklarıyla kitleleri coşturan Führer’e biat eden, o günlere denk düşen tezlerini, arkadaşlarını ve üniversitenin anahtarlarını lidere teslim eden feylozof Martin Heidegger; baş hukukçu Carl Schmitt faşizmin altyapısını oluşturmuşsa, bizim ülkemizde de siyaset meydanı bunca çabadan, teslimiyetten sonra benzer elemanlarla, benzer bir kopuşa doğru neden hızla ilerlemesin, neden bunca çaba boşa gitsin ki?

Barolarda can sıkan, her işe burnunu sokan yönetimleri değiştirmek, tek yumrukta hizaya gelmişlerle iş görmenin yolunu açmak için, önce gizleyerek, sonra hızla Meclis’e göndererek, itirazlara meydan vermeden, “suhuletle” iş bitirilmek istenmiştir; aynı yöntemi öteki demokratik kitle örgütlerinde, sosyal medya dahil yazılı görsel tüm medyada, son nefes alma noktalarında da yapmak istiyorlar; şu “alıştıra alıştıra” yöntemini terk ettiklerini de bildirdiler. Son rötuşlar için Boğaziçi sırtlarında bekleyenleri daha fazla bekletmeyip, eyleme geçtiler. “Artık saklanma gereği, takiye mecburiyeti kalmamıştır. Zaten âlemin bildiğini aciz ve boyun eğmenin konforuna alışmış kuldan saklamanın ne âlemi var” diye düşündüler haklı olarak. Üstelik geç kalmak yitirmekle eş değerdedir; “Toprak çölün söz dinlemez kumu gibi ayaklarımızın altından çekiliyor, akıp gidiyor, ayakta durmak zorlaşıyor, ne yapılacaksa yapılsın artık” dediler.

Zamanın Ethos’u

Israrla “yeni dönemin” rasyonalitesini oluşturmak, kurmak ruhunu yakalamak isteyenlerin “işte bu dönemin ‘Ethos’u budur” mealinde güzellemeler medya piyasasına sunulmuştur; kimse Ethos’uyla baş döndürenden başkasını görmeyecek, duymayacaktır. Dini kullanmak da milliyetçilik de yetersiz kalmışsa, o zaman bütün gücün bir yerde yoğunlaşmasına, tüm sorumluluğun orada somutlaşmasına, eylemin o merkezin iradesiyle gerçekleştirilmesine ağırlık verilecektir. Ethos kişinin bilinen, dünyayı sarmış baskın karakteri olarak kendini gösterirken, Phatos, yani coşturma işi yığınların sert kararlara verdiği yanıtta, fazla beklemeye ne gerek var ki zaten, kendini gösterir, gösterecektir; Logos ise verilmiş sözdür, kendiliğinden gerçek ya da Aristoteles’in dediği gibi “sözde gerçek”tir; çaresizliğin yasasıdır.

Bu mudur? Budur!

Fark şuradadır ki, iktidar harekete geçmezse yitireceğinin bilincindeyse, gelişmelerin ağır baskısını üzerlerinde hissedenlerin, hızla yoksullaşanların dünyası; işçi sınıfı; ekonominin ağır yükünden bunalmış çiftçi, esnaf; nihayet tümünün taleplerinin takipçisi olmayı hiç terk etmemiş demokratik kitle örgütleri de çaresizdir. Harekete geçmezlerse bugünle birlikte geleceği yitireceklerini anladılar. Siyaset her ne kadar “bize bir şey olmaz abi” havasından kurtulamayıp, “Netflix”i kapatacakmış, şu diziyi bitirelim de öyle kapat bari ha ha ha...” şeklinde eğlenerek, seçim havasından çıkamıyorsa da, demokratik kitle örgütleri “bıçak kemiğe dayandı her şeye el koydular, kıdem tazminatı gitti gider” diye itiraz etmeye niyetli, kim bilir kaçıncı kez “genel grev” diye bağıran Türk-İş’i haydi ciddiye almayalım, ama bunca yılın birikimiyle DİSK’i, “Ölmek istemiyoruz” diyen, özgürleşmek isteyen kadınları, işte “Bütün felaketlerin anası senin beton sevdandır” diyen artık pek de sakin olmayan çevre sakinlerini saymayalım mı?

***

Sondan bir önceki darbedir; hızla indi, ekran karartıyor. Meslek örgütleri hâlâ “Halk TV’nin, Tele-1”in kapatılması tarihe kara bir gün olarak geçmiştir” türünden durum saptamasından öteye geçemeseler de medyanın hali ortadadır; besbelli zarlar atılmış, ipler kopmuştur. Siyasi partilerde ise umut tükenmemiştir; hâlâ yürütmenin pek güzel yürüttüğü Meclis’te canla başla çalışmakta, “Kendini inkar olur; parti seçim, seçim vekil, vekil Meclis demektir, görevimizi yapmayalım mı?” demektedirler...

Ama bana sanki oyun bitti gibi geliyor.

Ekşi Sözlük’te muzip bir yazar Ethos, Pathos, Logos’u Üç Silahşörler’e benzetip, “Athos, Porthos, Aramis burada, Dartanyan nerede?” sorusuna yanıt olarak, “Darthanigus yoktur aralarında, çünkü annesi balkondan bağırmak suretiyle yemeğe çağırmıştır” diye pek güzel anlatmıştı durumu, durumun vaziyetini...

Bizimkiler de enflasyon tanımayan Meclis lokantasına gittiyse eğer beklemeyelim boşu boşuna, işimize bakalım...