Gazetecilerin suskunluğunun nedeninin olup biteni kanıksamaktan, daralan çerçeveyi kabul etmenin konformizmine kapılmaktan, algı egemenliğine boyun eğmekten kaynaklandığını düşünüyorum. Bu büyük bir tehlikedir; giderek yayılmakta, yaygınlaşmaktadır.

Filler, çimenler, dikenler

Karşılaştığımız sorulara, sorunlara dönemin ve günün bilgisi, gelecekle ilgili hayallerimiz, projeksiyonlarımızla yanıt vermeyi dener, böylece geleceği öngörmeye, kurmaya çalışırız. Yaşadığımız dönemi tarif ederken yaygın olan ya da yaygınlaştırılmak istenen görüş, zamanın yıpratıcı etkisi bilimsel, toplumsal ve nihayet politik gelişmelerin “modernizmi” eskittiği, sona erdirdiği, “post modern” bir döneme girildiğini savunuyor. “Yeni bir dönem” iddiasını daha da magazinleştirmek isteyenler ise ısrarla “post truth - gerçek ötesi, sonrası” ifadesini bir dönemin adı olarak takdis ediyor, özellikle de Oxford sözlüğünün “gerçeklik sonrası dönem” tanımını yeğliyorlar. Önemli olan gerçeği inkâr eden bu tanımın aydınlar tarafından bu saatten sonra tartışılması gerekmeyen bir varsayım, bir olgu, bir durum olarak kabul ediliyor olmasıdır. Peki, hızlı değişim sürecinin öznesi olan gerçek bu türden sanal yakıştırmalara teslim olur mu?

Algının siyasetin hizmetine girmesinin, onun amaçlarına uygun varsayımların gerçek gibi sunulmasının “felsefi temeli” olma iddiasındaki post truth’un çok kullanışlı olduğu ortada. Güncel siyasette algının ya da daha somut söyleyelim yalanın, uydurmanın egemenlik alanının gittikçe genişlemesi de işi kolaylaştırıyor. Bu arada hemen ekleyelim; medya bu sanal dönemlemenin en önemli aracı olarak ön sıradadır. Medyanın siyasetin hizmetine her zaman olduğundan daha fazla girmesi bir yandan medyayı ucuzlatır, değersizleştirirken öte yandan siyasete geniş olanaklar sunuyor. Medya siyasetin kendi doğrularının geçerli doğrular haline gelmesinin aracına dönüşüyor. Örneğin bir haberin politikacı tarafından beğenilmemesi, sakıncalı, tehlikeli bulunması halinde gündemden düşürülmesi ya da kabul edilebilir hale getirilmesi doğal karşılanabiliyor, özümsenebiliyor. Gerçek durum postlaşıyor, gerçek, “algı gerçeğine” dönüşüyor.

“DEZENFORMASYON KANALI O KANAL…”

Günümüzden bir örnek verelim. Geçtiğimiz hafta beş gazetecinin sorularını yanıtlamak için kamera karşısına geçen İçişleri Bakanı, gazetecilere fazla soru sorma fırsatı tanımadan kendi doğrularını anlattı, mesajlarını verdi; gazeteciler ise kendilerine kalan sınırlı zaman içinde sorularını soramadılar ya da yanıt alamadılar. Her şey bir yana gazeteciler özellikle kendilerini, kendi mesleklerini yakından ilgilendiren bir iddia karşısında tümüyle sessiz kaldılar. Gazetecilerin, mesleklerini, gazetecilik ilkelerini unutmalarını neye yormalı, şaşkınlığa mı, yaratılan, sindirilmeye çalışılan “aaa her şey değişti, siz hâlâ orada mısınız” algısına mı, bilemedim.

Bakan, BBC Türkçe yayınının gündemdeki konu ile ilgili haberini hatırlatan gazetecilerin sözünü “BBC Türkçe, ekonomik ve siyasi dezenformasyon kanalıdır” diyerek kesti; bu sebeple İngiltere İçişleri Bakanı’nı defalarca aradığını söyledi. İngiliz Bakan ne yanıt vermiş bilmiyoruz, defalarca arandığına göre olumlu bir yanıt alınamadığını varsayabiliriz. Ve gazeteciler sustular. “Ne demek istiyorsunuz” diyemediler. “Siz bir medya kurumunu bir haber nedeniyle o kurumun ülkesinin bakanına nasıl şikâyet edebiliyorsunuz?” diye soramadılar. Bu türden bir şikâyetin iktidarın medyayı hizaya çekmesinin Türkiye’de doğal uygulama olduğunun itirafı olacağını hatırlatamadılar; böyle bir itirafı belgeleme şansını yitirdiler.

Bakan söylediğinin çok doğal olduğuna, İngiliz mevkidaşının da aynı şekilde düşünmesi gerektiğine inanıyor. Bir medya organı Türkiye’yi nasıl eleştirebilirdi? Peki, gazeteciler bu tutumun tuhaflığını, gazeteciliğin temel ilkelerine aykırılığını neden düşünemiyor, neden meslek refleksiyle harekete geçemiyor, itiraz edemiyorlardı? Algı yöntemi başarılı olmuş, gazeteci elinden alınan soru sorma hakkı ve görevini unutmuş, özgürlüğünü yitirmiş, ne anlama geldiği belirsiz, içi boş bir klişenin, algı yönteminin karşı çıkılması beklenmeyen bir ürünü olduğunu akıllarına bile getirememişlerdi. Bu klişenin dayandığı teorik temel, egemen sınıfın evvel eski başvurduğu her türlü ilkenin bir yana bırakılmasını gerektiren, devletin her koşulda eleştiriden muaf tutulması zorunluluğu idi. Şimdi modernizmin artık eskimiş kaba yaklaşımları yerine post modernizmin algıyı esas alan yaklaşımı, belirsizliğin esas olduğu, farkına varmadan boyun eğilen yeni durum geçerliydi; o zaman da doğal olarak soru sormak anlamsızlaşıyordu.

Neden böyle oldu? Gazetecilerin suskunluğunun nedeninin olup biteni kanıksamaktan, daralan çerçeveyi kabul etmenin konformizmine kapılmaktan, algı egemenliğine boyun eğmekten kaynaklandığını düşünüyorum. Bu büyük bir tehlikedir; giderek yayılmakta, yaygınlaşmaktadır.

SANAL GERÇEK SEVDASI ESKİDİR

Gerçeğin, gerçek dışı olanla, uydurmayla kavgası yeni değildir. Daha doğrusu egemenlerin, egemen sınıfların gerçeğe egemen olma, onu yeniden formüle etme, değiştirme, işe yarar hale getirme çabası özü itibariyle hep var oldu. Günümüzde post modernizmin felsefi desteğiyle yeni bir yüz edinmeye çabalıyor.

Kavga eski dedik, öyleyse eskilerden örneklerle devam edelim. Gerçekleri savunmak her zaman zor oldu; inat, kararlılık olmadan, nesnelliğe sadık kalmadan gerçeği savunmak mümkün değil. Prof. Dr. Onur Bilge Kulalı, “Brecht, Lukacs, Bloch- Sanat ve Edebiyat” adlı hacimli eserinde Brecht’in “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu” (İş Bankası Yayınları, sf.18-23) adlı makalesine değiniyor. Oradan yürüyelim. Hakikati yazmak ya da savunmak için beş temel zorluğa dikkati çekiyor Brecht: “Cesaret, sezgisel akıl, hakikati kullanılabilir kılacak sanat, -biz her türden imkân diyelim- hakikati kullanabilmek için seçme yapabilme yeteneği ve hakikati yayabilme gücü.” En başta cesaret geliyor. Şöyle diyor Brecht; “hakikati baskılamamak, suskunlukla geçiştirmemek ve hakikat dışı şeyleri yazmamak (…) güçlülere boyun eğmemek ve güçsüzleri aldatmamak.” Bu kadar değil; ün ve sanı geri çevirme gücüne sahip olmak. Katlanılmaz baskılar ortaya çıktığında “fedakârlıktan” söz edildiğinde boyun eğmemek ve küçük görünen şeyleri savunmayı sürdürebilmek de gerekiyor. “İyilerin iyi oldukları için değil, güçsüz oldukları için yenildiklerini” söyleyebilmek de cesaret ister.

Cesaretin dışında gerçekler arasında ayrım yapabilmek de önemlidir. Ülke bir felakete doğru gidiyorsa bu gerçeği dile getirmek önemlidir, aynı zamanda geçerli olan başka gerçekleri örneğin “yağmur damlalarının yukarıdan yeryüzüne doğru indiği” gerçeğini -nihayet o da bir gerçek- öne çekip önemli olanı karartmak da mümkündür ve bu da gerçeğe büyük bir ihanet olur. Baskının, zulmün arkasındaki sistemi görmezden gelmek, gerçekleri gözden kaçırmaktır. Bir şey daha, eğer gerçekler güce dönüştürülemiyorsa baskı altındakilere ulaşılmıyor, onların durumu onlardan öğrenilmiyorsa gerçek yine gölgelenecek, soyut bir mücadelenin edebiyatı olmaktan öteye geçemeyecektir.

***

Son günlerde kimi gerçeklerin duyulması, bilinmesi, öğrenilmesi önündeki engeller arızi olarak hiç değilse bir süreliğine kalktı. Ama aynı zamanda örtüyü kaldıran, siyaset dilini kaba söyleme dönüştüren “kurtlar sofrası” raconu, doğal olarak güce başvurma, yasallığı yeniden tanımlama eğilimine, Schmittyen “olağanüstü hallerde kuralı egemen belirler” tezine alan açtı. Post truth algı güçle birleştiğinde gerçekleri savunmak da zorlaşıyor.

Filler dalaştığında çimenler ezilir; ezilmemek için en azından diken olmak, algının gerçekliğine yüz vermemek her türden “post” karşısında kararlı bir duruş sergilemek tek çıkış yoludur. Gerçekleri savunanlar birlikte davranmadıkça sanal olan gerçek olanı yener.

Bu da bir gerçek ama acı bir gerçektir…