Kuşkusuz diktatörlük kavramı farkları es geçmezseniz geniştir; “anayasal diktatörlük” de bu genişliğin içinde kendine yer bulur. Ama her koşulda anayasal ya da değil diktatörlüklerin genel niteliğinde bir değişiklik aramak abestir. Belirleyici olan önüne koyduğunuz sıfat değil diktatörlüğün kendisidir.

Geçmiş geleceğin aynası değildir...

‘Yeni bir süreci tasavvur ve talep etmek.’ Bu sözler değerli akademisyen Levent Köker’e ait. Uzunca, ilginç, tartışmaya zorlayan bir yazının son cümleleri bunlar. Köker, Türkiye’nin sorununu şöyle özetliyor: “Geçmişteki 'popülist olmayan otoriter rejime' dönmek değil, o geçmişi de, bugünkü “ikili devlet” kavramına yakın duran, tekçi, insan hak ve özgürlüklerine dayalı hukukun üstünlüğü temelini terk etmiş yapıyı da dönüştürecek bir demokrasiyi inşa edebilmektir. Bunun da yolu, Türkiye’de yeni bir siyasî toplum inşa etmek anlamında bütünüyle yeni bir kuruluş ve anayasallaşma (constitutionalizaton) sürecini tasavvur ve talep etmektir.” (Tüm alıntılar, Birikim, Sayı- 377)

İki önemli saptama var bu paragrafta. Birincisi, geçmişte popülist olmayan otoriter bir rejim vardı; ikincisi, bugünkü rejimi, “ikili devlet” olarak tekçi, hukukun üstünlüğünü terk etmiş yapıyı “dönüştürmek” ve “yeni bir siyasi toplum” inşa etmek gerekir, saptaması.

Rejimin niteliği ve değiştirilmesine ilişkin görüşlerde liberaller ve sosyal demokrasi ile sol arasında köklü farklar vardır. Bir kesim sol için rejimin niteliği açıktır, tartışılacak bir şey yoktur. Siyaseti teorik ve pratik bütünlüğü içinde kavramak isteyen sol ise bu konunun enine boyuna tartışılmasını yalnızca geçmiş, izlenecek yol, ihtimal yolun sonunda kurulacak sistem açısından da gerekli görüyor, liberaller ve sosyal demokratların yaklaşımlarını tartışmak gerektiğine inanıyor. İşte yine hariçten gazel okumanın çekiciliğine kapıldım; yani ben öyle bir tartışmanın gerekliliğine inanıyorum.

Konuya böyle girince insan ister istemez, 12 Eylül rejimi üzerine solda yapılan gereksiz “faşistti - değildi” tartışmasını hatırlıyor. 12 Eylül, neoliberal politikaların, 24 Ocak kararlarının o koşullarda uygulanamayacağının anlaşılması üzerine, yükselen solu ezmek için yapılmış faşist bir darbedir. Başarıyla uygulanmıştır. Ama geçiciydi; 1982 Anayasası çerçevesinde temsili demokrasiyi esas alan, -“demokrasiyi” hep tırnak içine aldığım unutulmasın- parlamenter yapıya geri dönüldü. Sol toparlanamadı, düzen partileri yeniden canlandı.

12 Eylül'ün ilk mirasçısı Özal’ın 1991’de tarikatlara “de facto” yasallık sağlayan TCK 163’ün kaldırılması gibi liberallerin özgürlük belirtisi saydıkları “işleri” de vardır. Sola, komünistlere özgürlük kapısını açar gibi yapan değişikliklerin uçup gitmesini, yasal parti olmak için harekete geçen Komünist Partisi’nin buharlaşmasını, geçmişte yer altında parçalanmayı başaran solun bu kez yer üstünde aynı başarıyı göstermesini hazin bulmaz mısınız? Tamam hazan, hüzün, ama nasıldı o marş? “Geçmişe ağlamak fayda etmez” mi diyordu, “yarını bu günden kuracaksın o senin tarihin olacak” diye mi devam ediyordu sonra?

Önemli laftır “yarını bugünden kurmak.

KÖRLERİN FİL TARİFİNE Mİ BENZER

Her neyse konumuza dönelim. Rejimi tarif etmek zor mu? Bu zorluğun yaşadığımız günlerde kendini ağır bir şekilde hissettiren otosansürden kaynaklanıyor olması mümkündür ama asıl nedenin bugünkü rejimi bir belirsizlik içinde bir tür alacakaranlıkta bırakmanın tercih edilmesi de olabilir. Çünkü böylelikle rejimle ilgili yorumlarda geniş bir özgürlük alanı kazanılmış olabiliyor. Örneğin bu genişliği kazanabilmek için diktatörlük kavramı üzerinde “itiraz kabul etmez” akademik saptamalar yapılabiliyor.

Köker de diktatörlük kavramını genişletenlerden: “Gündelik siyasette, politikacıların muarızlarını kötülemek için gelişigüzel kullanıp, bir retorik olarak sıkça yararlandıkları, medyatik sansasyon dilinde de bu nedenle revaç bulan bir terim olarak diktatörlük, üzerinde fazlaca düşünülmediği zaman, hak, hukuk tanımayan her türlü zorbalığın adı gibi anlaşılmaktadır. Oysa diktatörlük, siyaset teorisinde ve hukuk terminolojisinde özel anlamları olan ve bu anlamları bağlamında mutlaka habis olması gerekmeyen bir terim ve kavramdır.” Öyle midir? Kuşkusuz habis olan kavram değil, o kavramın anlattığı diktatörlüktür.

Diktatörlük kavramı nereden bakarsanız bakın, hangi akademik bilimsel yaklaşım ile incelerseniz inceleyin, her zaman “hak hukuk tanımayan bir zorbalığın” adıdır. Siyaset teorileri kavramları gerçek anlamlarını değiştirerek incelemezler; tam tersine gerçek anlamlarından soyutlanarak başka kavramlarla iç içe geçmelerini önlemeye çalışırlar. Köker’in makalesindeki kimi tezleri tartışmak yararlı ve öğretici, ama örneğin Hitler’in baş hukukçusu, Carl Schmitt’in “Almanya’da, Weimar döneminin önemli hukuk ve siyaset teorisyenlerinden Carl Schmitt” olarak tanıtılmasına itiraz etmek gereği duyuyor insan. Kuşkusuz diktatörlük kavramı farkları es geçmezseniz geniştir; “anayasal diktatörlük” de bu genişliğin içinde kendine yer bulur. Ama her koşulda anayasal ya da değil diktatörlüklerin genel niteliğinde bir değişiklik aramak abestir. Belirleyici olan önüne koyduğunuz sıfat değil diktatörlüğün kendisidir.

Yanlışlamak mümkün değilse

Uzunca bir alıntıya gerek var şimdi. Şöyledir: “Her halükarda, vesayetçi veya popülist, Cumhuriyet Türkiye’sinin Anayasalarında otoriterliğin kalıcı bir nitelik olduğu tespitini yanlışlamak mümkün görünmemektedir.

Böylece 61 Anayasası’nı atlayarak istediğimiz genişliğe ulaşmış bulunuyoruz: “Bu bakımdan, herhangi bir siyasi sistem, genel ve eşit oya dayalı seçimler, siyasi partiler, yasama-yürütme-yargı organları arasında farklı anayasa normlarına dayanan bir kurumlaşmanın varlığı ve hatta yasama ve yürütmenin yargısal denetimi gibi unsurların mevcut olmasına rağmen, demokratik değil otoriter olabilir ki, otoriter olması durumunda da içinde mutlaka bir 'diktatörlük' barındırır.” Tamamdır; siyasi partiler, seçimler, yasama-yürütme-yargının yargısal denetimi olsa bile otoriter olabilir o rejim; otoriterse içinde diktatörlük vardır. Öyleyse siyasetteki asıl tıkanmanın “Türkiye’nin otoriter Anayasa geleneğinden veya kısaca bu gelenek içinde yerleşmiş 'kalıcı otoriterlik'ten kaynaklandığını görebilmek gerekir.” Sola da bir olta atılmış gibi; ne yani, siz burjuva diktatörlüğünü inkâr mı ediyorsunuz?

Bu arada farklı diktatörlük tanımları ile de fazla kafa yormaya gerek kalmıyor artık. Anayasal ya da Egemen ya da İkili (yani bir yandan Anayasa, kanunlar ve diğer yasal mevzuattan oluşan kurallara göre işleyen, diğer taraftan da hukuk dışı hareket etmekte hayli rahat olan) ya da Başkancı ne fark eder ki. Yazarın Türkiye’deki yeni rejimi “ikili devlet”e daha yakın duran, ne zaman sona ereceği belirsizleşmiş bir yeni diktatörlük tipi olarak saptadığı için bir karşı devrim saymadığı AKP’nin otoriter rejimi ise gerçekte misyonu geniş, İslamcı popülizme, tarikat desteğine dayanan, lider egemenliğine ağırlık veren; Carl Schmitt’in otoriter egemenlik diye tarif ettiği rejime denk düşer. Burada aydınlara, akademiye, medyaya, işçi hareketine getirilen yasaklar, olağanüstü halin sürekliliği, istisna durumunun kalıcılığı, rejimi tanımlamaya yeter.

***

Popülizm konusuna değinemedik. Makalede katıldığım kimi değerlendirmelere de değinemedim. Ama ne yapmalı, sorusuna yazarın verdiği, başta alıntıladığım yanıt aslında amacı özetliyor: Köker’e göre, “Bugün gelinen nokta geçmişteki rejimin krizlerinden doğdu”; öyleyse “yapıyı dönüştürecek yeni bir siyasi toplum inşa etmek, bütünüyle yeni bir kuruluş ve anayasallaşma (constitutionalizaton) sürecini tasavvur ve talep etmektir.

Köker’in “yeni bir siyasi toplum”dan kastı nedir bilemiyorum, ama yeni bir anayasalaşma sürecini tasavvur ve talep etmekteyim ben de.

Fark şuradadır ki, biz geçmişe ağlayanlardan değiliz; tasavvurun içini çok ama çok farklı dolduracağımız kesindir.