Nelere tanık olmuşsa, o güne kadar savunduğu, herhalde savaşı da kutsayan, ne kadar görüşü varsa hepsini terk etmesi askerliği sırasında olur. Koca bir düş kırıklığıdır yaşadığı. Herkesin düş kırıklığı keşke Passos’unki gibi olsa. Bu düş kırıklığı çok değil iki yıl sonra, 1919’da, “One Man’s Initiation”, dört yıl sonra da  “Three Soldiers” adlı harika kitaplar yazdırır ona

Gönüllü askerlikten savaş karşıtlığına: Unutulan bir yazar: John Dos Passos

Onun için Birinci Dünya Savaşı sonrası “kayıp kuşağın en iyi yazarlarından”dır dendi ama o sonraki dönemlerin “kayıp yazarlarından” biri oldu aslında. Oysa yazdıklarıyla bir zamanlar gerçekten çok ama çok ses getirmiş bir yazardı. Bugün anımsayanı çok azdır.

1896’da bugün, yani 14 Ocak’ta doğmuştu Portekiz asıllı ABD’li yazar John Dos Passos. Zengin bir ailenin çocuğu olmanın tüm nimetlerini yaşadığı söylenir. 1907 yılında üniversiteye başlamadan önce Ortadoğu’yu da kapsayan altı aylık bir mini dünya turu yaptığına göre herhalde doğrudur söylenen. 25 yaşındayken İstanbul’a da gelmişliği vardır. Yaşadığı zenginlik kafasında nasıl fırtınalar estirmişse, ABD’li olmak nasıl bir “kendine güven kazandırmışsa”, kafasında kavak yellerinin estiği zamanlardır da tabii, gönüllü olarak kalkar Birinci Dünya Savaşı’na katılır 1917’de.

Savaş bu, çatapat oyunu değil. Nelere tanık olmuşsa, o güne kadar savunduğu, herhalde savaşı da kutsayan, ne kadar görüşü varsa hepsini terk etmesi askerliği sırasında olur. Koca bir düş kırıklığıdır yaşadığı. Herkesin düş kırıklığı keşke Passos’unki gibi olsa. Bu düş kırıklığı çok değil iki yıl sonra, 1919’da, “One Man’s Initiation”, dört yıl sonra da “Three Soldiers” adlı harika kitaplar yazdırır ona. Savaş anılarından oluşan bu kitaplarda savaş karşıtı görüşleri yer alır bol bol. Muhteşem kitaplardır gerçekten.

Bir burjuva çocuğu olarak savaşta aslında eline silah alıp savaştığı söylenemez. Sağlıkçıdır askerde. Ambulans şoförüdür. Ama bu görevde gördükleri bile savaştan nefret etmesine yetmiştir. Savaşa gönüllü katılmasına yol açacak “savaşkanlığa” aslında hiç sahip olmadığını anlamasına da…

Savaş sonrası durum da bu önemli yazar için sorgulanması gereken olgularla doludur. Önceleri “fildişi kule”de yaşarken asla fark etmediği yoksulluk, eşitsizlik, ırkçılık, artık nereye baksa gördüğü olumsuzluklardır. Koca bir toplumu kemirdiğine inanır bunların. Kendi toplumunu incelemeye başlaması bunları fark etmesiyledir. Marksizm’le buluşması tabii ki kaçınılmazdır.

Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti, Amerika Massachusetts’te yaşayan iki İtalyan’dı. Cinayetten, gasptan suçlanmış, önce 7 yıla mahkûm edilmiş, sonra da 23 Ağustos 1927’de, aslında anarşistlere gözdağı vermek için, idam edilmişlerdi. Hâlâ suçlu olup olmadıkları net değildir. ABD adaletinin en utanç verici davalarından biriydi Sacco ve Vanzetti Davası. Dönemin büyük ‘insanseverleri’ bu iki talihsiz göçmene destek verdiler, idamlarını durdurmak için çok uğraştılar. Dönemin Papası XI. Pius bile affedilmelerini istemişti. Albert Einstein, H. G. Wells, George Bernard Shaw’ın yanı sıra hayatlarının bağışlanması için çırpınanların arasında John Dos Passos da vardı. Buna benzer onca adaletsizlik Passos’un ele aldığı konulardı.

Manhattan Transfer adlı romanındaki tekniği dönemine göre benzersizdir. “Kamera gözü” tekniği derler eleştirmenler. Koca bir kente adeta kuş bakışı bakar, kenti öyle tasvir eder. Herhalde bu nedenledir hiçbir ayrıntıyı atlamaz oluşu. Eskilerin “velut” dedikleri çok üretken bir yazardı. Ne demek kırk iki roman yazmak? Öyküler, şiirler, biyografiler bu rakama dahil değildir.

Talihi mi yoksa talihsizliği mi bilemem ama iki savaşı da gördüğü için iki savaş arasındaki ABD toplumunu çok iyi gözlemleme şansı oldu John Dos Passos’un. Romanlarının hemen hepsinde “Amerikan Rüyası”nın hiç de insanca olmadığına vurgu yaptı, toplumsal adaletsizliğe meydan okudu. Düşünceleri en çok “The 42nd Parallel (1930)”, Nineteen Nineteen (1932)”, “The Big Money (1936)” adlı roman üçlemesinde görülebilir.

Büyük ama gerçekten büyük yazardı. Jean Paul Sartre onun için “Çağdaş en büyük yazar” derken haklıdır elbette. Yine Sartre’a göre “ölümü de en iyi anlatan yazar Passos’tur.”

Ölümü gerçekten iyi anlatmış mıdır bilemem ama “kendisini en iyi öldüren yazar” bence odur. Geniş kitlelerce sevilmesine yol açan muhalifliğinden, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra vazgeçmesi, Amerikan milliyetçiliğine savrulması “siyasi ölümü”dür.

Fiziki ölümü ise daha sonra, 28 Eylül 1970’dir.