Kişilerin bazı davranışları yaratıcı insanları gerçekten deli yapmaz. Belki tuhaftırlar ama deli asla.

Yaratıcılık ile akıl rahatsızlığı arasındaki o bağ

Önceki yazılarımın birinin sonunda “yaratıcılık ile akıl hastalığı arasındaki bağlantıya “Sylvia Plath Etkisi” adı verildi. O zaman Plath’ten de söz etmek şart oldu” demiştim. Edelim o halde. Daha doğrusu Plath’ten çok onun adıyla anılan şu “insanlık hali”ni anlamaya çalışalım. Çünkü şu yaratıcılıkla akıl rahatsızlığı arasında bir bağ olduğu iddiası, bunun farkına varmış ya da dile getirmiş ilk kişi kabul edilen Aristoteles’e kadar gider. Büyük sanatçıların, filozofların “melankoliye eğilimli” olduğunu yazmıştır Aristoteles malum. 

Çok başarılı olan büyük sanatçıların yani Vincent Van Gogh gibi bir ressamın, Robert Schumann gibi bir bestecinin ya da Virgina Woolf gibi bir yazarın bir tür akıl hastası olmalarından yola çıkılarak “akıl rahatsızlığı” ile “yaratıcılık” arasında bağ olduğu fikri hayli güç kazandı. Gerçekten hangisi hangisine yol açıyor acaba? Yaratıcılık mı akıl rahatsızlığına, rahatsızlık mı yaratıcılığa hâlâ tartışılan bir konudur bu. Alanlarında yaratıcı olmuş bireyleri inceleyen Harvard Tıp Fakültesi’nden psikiyatrist Albert Rothenberg’e sorarsanız o akıl hastalığı ile yaratıcı olma arasında bir bağlantı olmadığını söylüyor. Varsa bile bu başarı değil başarısızlık getirir Rothenberg’e göre. Anksiyete, düşünce bozukluğu, depresyon gibi akıl rahatsızlıklarının başarılı yaratıcılık için gerekli olan süreçleri bozduğunu da savunuyor. 

KAFAMIZ KARIŞIYOR HALİYLE 

Kafamı(zı) karıştıran da bu. O zaman Sylvia Plath başta olmak üzere tüm “akıl rahatsızlığı” olduğunu düşündüklerimizin başarılarının kaynağı “huzursuz bir ruha” sahip olmaları değil demek ki. Bilim tabii ki farklı tezlerin çatışma alanı. Arnold M. Ludwig The Price of Greatness (Büyüklüğün Bedeli) adlı kitabında sanatla uğraşan insanların akıl hastalığına sahip olma olasılığının daha yüksek olduğunu söylüyor. Kadın şairlerin akıl hastalığına yatkın olduğunu ileri sürenler de var tabii. Geçen sayıda da adından söz ettiğim Dr. James Kaufman böyle düşünenlerin öncülerinden. Kadın şairlerin dış etkenlere karşı daha savunmasız olduğunu düşünüyor nedense Kaufman. 1994’te Kentucky Üniversitesi Tıp Merkezi Psikiyatri Bölümü Kaufman’ın bulgularını doğruladı. Sözü edilen dış faktörlere ne kadar fazla anlam yükler ya da değer verirse şairler, ruh sağlıkları da o kadar bozulabiliyormuş. Çünkü yaratıcı insanlar kitlelere açıktırlar ama “kalabalıkların ne düşündüğüne önem vermemeleri” gerekiyor. Yoksa üretici olamazlar. Kalabalıkların sesine, tepkilerine ne kadar kulak verirse kişi savunmasızlığı yüzünden acı çekebilir. Bu, yazı ya da şiir yazmayı, beste yapmayı stresli bir hale getirebilir. İddia böyle. Ancak Kaufman’in ilerleyen dönemlerde bu iddiasına soğuk baktığı söylenir. O nedenle hâlâ konu üzerinde çalışmaya devam ediyor. 

İyi tarafı var mı peki bu yaratıcı insanların akıl rahatsızlığının? Kendileri acı içindeler ama toplumda diğer hastalardan farklı olarak son derece “hoş görüyle” karşılanıyorlar. Bu nedenle hem sanatlarında iyi bir yerdeler hem de toplumda. Rothenberg böyle düşünüyor. Texas Üniversitesi’nden psikolog James Pennebaker’in yazmanın hem genel hem de zihinsel sağlığa olumlu etkileri olduğunu ileri sürdüğünü de ekleyelim. Ama Kaufman şairlerin aynı faydayı elde edemeyeceklerini ileri sürüyor. Buna yanıt mıdır bilemem ama Pennebaker şiir yazmanın en azından Sylvia Plath’ı biraz daha uzun yaşattığını düşünüyor. 

ŞUNLAR GERÇEKTEN DELİLİK Mİ? 

Yaratıcı beyinlerin bize garip gelen her tavrı gerçekten akıl hastası oldukları anlamına mı gelir, doğrusu kuşkuluyum. Az ya da çok hepimizin aldığı tutumları biraz abartarak sergilemiş olmaları onları belki “çılgın” yapar ama deli yapmaz bence. Büyük matematikçi, büyük filozof Pisagor’un takipçilerine fasulye yemeyi yasaklamasının felsefi nedenleri vardır belki. “Deli” olduğu düşünülen İngiliz şair Lord Byron’un hem de Cambridge gibi bir üniversitede, üniversitenin yurdundaki odasında ayı beslemesinin nedeni, köpek beslemesi yasaklanınca ayıya ilişkin yasaklayıcı bir madde olmamasından yararlanmaktı sadece. Bir tür protesto yani. 

Büyük Mikelanj neden deli olsun? Neredeyse hiç yıkanmaması, ayakkabılarını aylarca ayağından çıkarmaması, çok az kimseyle, –o da çok nadiren konuşması– böyle bir konuşma ânında sohbeti bırakıp aniden gitmesi, kardeşi öldüğünde cenaze törenine katılmaması belki tuhaftır ama bu onu herhalde deli yapmaz. Büyük biliminsanı Nikola Tesla, Obsesif Kompulsif Bozukluk’tan mustaripti. Mikelanj’ın tersine o tam bir hijyen tutkunuydu, hastalık derecesinde hem de. Tek bir kir izi görsün asla dokunmazdı gördüğü yere. Yuvarlak hiçbir şeye dokunmaması da ilginçtir. Bir mühendis için zor bir durum doğrusu. 

Bilime yaptığı katkıları tartışılamaz olan Empedokles kendini Tanrı sanırdı. Ölümsüz olduğunu kanıtlamak için Etna Yanardağı kraterine attı kendini, öldü tabii. Bu da delilik miydi gerçekten? Kendine fazla inanmak neden delilik olsun ki? Japon yazar, ki çok garip biriydi, Yukio Mişima, 1968’de Shield Society adlı bir topluluk kurdu. Üyeleri kendisi ile eşcinsel genç erkeklerden oluşuyordu. Zamanlarını ağırlık kaldırarak, dövüş sanatları pratiği yaparak, Japonya İmparatoru’na koşulsuz bağlılıklarına yemin ederek geçirdiler. 26 Kasım 1970’te Mişima, ülkeyi darbeyle devirmek amacıyla Japon savunma karargâhına baskın düzenledi. Tüm gücü güçlü fizikli eşcinsel dört genç erkekti. Başarılı olamayacağını anlayınca Harakiri yaparak kendini öldürdü. Toplumsal mesaj kaygısı vardı derler. Büyük yazardı, Oscar Wilde ile karşılaştırır kimileri. 

Yani biraz da nereden baktığımıza bağlı şu yaratıcıların akıl rahatsızlıklarına sahip olduğu iddiası. Belki de gerçekten “akıl rahatsızlığı” olan bizlerizdir. Verileri sorgulamadan kabul ettiğimiz, gerektiğinde hak talebinde bulunmadığımız için. Belki.