‘Resmi’ düşmanlarından çok kendi dünyasından düşmanları oldu. Aynı inançtan, aynı gelenekten, aynı kültürden geldiği ülkelerin, kurumların, kişilerin ihanetine çok uğradı

‘Gücünü mücadelesinden almış’ bir ‘karizmatik’ti: Arafat’sız 13 yıl

Muhammed Abdurrahman Abdurrauf Arafat el-Kudva el-Hüseyni birçok kişi için bir anlam ifade etmez. Ebu Ammar’ı herhalde Filistin Davası’ndan haberdar olan herkes bilir. Arafat’ı ise bilmeyen yoktur. Bunların hepsi tarihi bir kişiliğe, kendisini “vatanı elinden alınmış bir göçmen” olarak tanımlayan tek bir adama, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün efsanevi lideri Yaser Arafat’a ait adlar. Uzun olanı gerçek adı, soyadı, ikincisi kod adı, üçüncüsü ise büyükbabasının adıdır ama dünya siyaset sahnesinde en çok onunla tanınmıştır.

Eski Filistin Devlet Başkanı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yasir Arafat, 11 Kasım 2004’te Fransa’nın başkenti Paris’teki Percy Askeri Hastanesi’nde 75 yaşında öldü. Tam 13 yıl önce. Zehirlenerek öldürüldüğü yolundaki iddialar daha sonra naaşı üzerinde yapıldığı belirtilen incelemeler sonucu “çürütüldü” dense de ölümü konusundaki kuşkular hala ortadan kalkmış değil.
Arafat’ın ölümü üzerine yazdığım bir yazıya “İsa’nın Yeniden ölümü” başlığını atmıştım. Okuyanda, “ne ilgisi var?” sorusunu uyandırması bir yana, bu ifade, bir hayli risk de taşıyordu. İnanalım ya da inanmayalım dini anlamda çok özel biri olan İsa’yı sıradan bir ölümlü ile karşılaştırıyordum çünkü. Üç büyük semavi dinden birinin peygamberini, insanlığın mücadele tarihinde benzerleri çok görülebilecek olan Arafat gibi bir şahsiyetle benzeştirmek en hafifinden, “kıyas”lamada densizce bir cüret sayılabilir. Doğrudur gerçekten. Bu “cüreti” göstermemdeki neden, ister peygamber, ister sıradan bir ölümlü olsun, birçok insanın tarihin farklı dönemlerinde benzer mücadeleler verdiklerine inanmış olmamdan kaynaklanıyordu. Yoksa Arafat’a, ilahi bir kisve giydirip, yaptıklarını abartmak gibi bir niyetim yoktu. Arafat, kelimenin tam anlamıyla karizmatikti. Muradım bunu vurgulamaktı.

Siyaset biliminde, karizma bir “meşruiyet” kavramıdır. Lidere/kişiye yüklenen sıradışı özelliklere ortak inanç olarak tanımlanır. Bu “inanç”ın doğru olup olmadığı değil, nasıl üretildiği önemlidir. Örneğin Castro için Küba’da halkın “Fidel bir anda iki yerde birden bulunur” demesi ya da Atatürk’ün halk arasında dile getirilen kimi davranışları örnektir buna. Karizmatik bir lider, sistemin meşruiyet kaynağı olabiliyor.

“Karizma” aynı zamanda talihsiz de bir sözcük. Gerçek anlamlarından haberdar olmadan kullandığımız birçok örnek vardır böyle. Sözcüğün talihsizliği, günümüz paparazzi dünyasında, cinslerarası ilişkilerde, kadın ya da erkek muhatabın “cazibe”sini vurgulamak için kullanılır hale getirilmesi. Arafat için kullanıldığında komik olmaz ama sözün gelişi Tom Cruise için kullandığınızda, kelimenin asıl anlamından haberdar olanları güldürürsünüz.

Çünkü “karizma” sözcüğü din kaynaklıdır. Hıristiyan terminolojiye aittir. İsa’nın, takipçileri adına çektiği sıkıntıyı ifade eder. İsa’nın, iddiaya göre, çarmıha götürülürken kendisini taşlayanlar için,“Tanrım onları affet, çünkü bilmiyorlar,” dediği söylenir. Bunu ya da benzerlerini ifade eden sözcüktür “karizma”. Temelinde “gücünü Tanrı’dan alan acıya karşı direniş” anlamı da yatar.
İsa’nın kendisine inananlarınkini yüklendiği gibi, Arafat’ta, dünyanın en talihsiz halklarından biri olan Filistin halkının acısını yüklenmiş, mücadelesini, elbette çokca yanlış da yaparak sürdürmüş, yani tam da Ortadoğu coğrafyasına uygun bir karakter olarak, “gücünü mücadelesinden almış” bir “karizmatik”ti. Bu yüzden ölümüyle ilgili yazdığım yazıda “İsa yeniden öldü” demiştim. Her karizmatik’in ölümü acıya direnmenin de ölümüdür çünkü.

Kişisel acıları da tüm yaşamını kaplamıştır Arafat’ın. Örneğin dört yaşında öksüz kalmıştır. Eşinin ölümünden sonra yedi çocuğuna bakamayan babası ile ilişkileri iyi olmayan bir evlattı. Babası öldüğünde cenazesine katılmayacak kadar kötü bir ilişkisi vardı. Mezarını bile hiç ziyaret etmemiştir. Kendisiyle röportaj yapmaya gelen gazetecilere ailesiyle ilgili soru sorulmamasını şart koşmasını anlayabiliyor insan.

“Resmi” düşmanlarından çok kendi dünyasından düşmanları oldu. Aynı inançtan, aynı gelenekten, aynı kültürden geldiği ülkelerin, kurumların, kişilerin ihanetine çok uğradı. “Resmi” düşmanı İsrail’le yaptığı barış görüşmesini eleştiren İslam ülkelerinin bazıları, İsrail’le gizli kapaklı ilişkiler yürüten ülkelerdi. Sığındığı kardeş(!) Müslüman ülkelerden kovuldu yıllarca. En büyük desteği zaman zaman ters düştüğü Hafız Esad’dan gördü. Esad, Arafat’a kızgınlık duysa da binlerce Filistinli’yi topraklarında barındırdı, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne koşulsuz destek verdi. Bunun dışında Arafat ve davası İslam dünyasından beklediği desteği hiçbir zaman tam olarak alamadı.

Liderliğinde dengeleri korumaya ne kadar dikkat ederse etsin, bazen tavizkar tutumları da oldu. Yaşamın sonlarına doğru Filistin’de gelişen İslami örgütlere karşı kesin bir tutum almadı. Bunun ne kadar yanlış olduğu ölümünden sonra anlaşıldı. İslamcı Filistinli örgütler, FKÖ’nün tüm dünyaya kabul ettirdiği Filistin Davası’nı gerilettiler. Hamas, Dava’yı da Filistin’i de ikiye böldü. Yakın zamanda, El Fetih’le yeniden uzlaşıncaya kadar bu bölünme devam etti.

Arafat, İsrail ile ABD’nin ısrarla söylediği gibi “terörü” bir yöntem olarak asla benimsemedi. İsrail yayılmacılığı ve “devlet terörü” karşısında halkı adına meşru savunmaydı yaptığı. Bunu, zamanı geldiğinde İsrail’le barış müzakereleri yapmakla gösterdi. 1991’de Madrid Konferansı’nda yaptığı buydu. 1993 Oslo İlkeler Anlaşması’nda da barış için çabaladı. 2000 Camp David Zirvesi de bunların arasındadır. Bu çabalar sıralanırken, çokça taviz verdiği de görmezden gelinmemeli. Liderliğini daha sonra bir hayli sorgulatan tavizlerdir bunlar. Bu nedenle Filistin’deki sol örgütlerin desteğini tamamen kaybetti. Ama “ne olursa olsun barış” talebinden vazgeçmedi. Bu nedenle, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ile birlikte 1994 Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.

Aldığı ödülle dünyaya lİderliğini, gücünü, “karizmasını” bir kez daha göstermişti ama Filistin’deki laik, merkez sol zemini Hamas başta olmak üzere İslamcılara kaptırmıştı. Ölümünden sonra birliği parçalanmış, uğruna mücadele edilecek toprak parçası azalmış, dünya kamuoyunun desteğini eskisi kadar alamayan bir Filistin bıraktı arkasında.

Düşmanlarının saygı duyduğu “kardeş ülkelerin” evlerinde barındırmayıp ülke ülke süründürdüğü bu “vatansız göçmen” yanında çok az kişi barındırdı. Güvenmediği için uzak durdu birçok kişiden. Kendi kendinin “sürgünüydü” biraz da.
Ama 13 yıldır yok ve Filistin gerçekten çok ama çok sessiz.