Laik dünyada, sekülerizmin kabul edildiği ülkelerde, dini sembollere bu gibi kurumlarda yer verilip verilmemesi ele alınmış, dini sembol niteliği taşıyan kılık kıyafetle ilgili kurallar karara bağlanmıştır. Türkiye’de ise “defacto” ve “dejure” karar başka türlü çıkmıştır. Laikliğin yorumlanmasının, savunulmasının zemini değişmiştir. Aşkın bir aydınlanmanın doğumu ise bugünün değil geleceğin ruhuna, ezilen insana “rücu” edilmesine bağlıdır artık.

Haberde yalana tarihten bir tanık

Kelimelerin köklerini, çekimlerini merak etmek pek güzel bir iştir. Çünkü kelimelerin bilinen anlamlarının arkasında belki de gizli bilgiler vardır; konuşurken ağzımızdan çıkıveren hâlinden başka bir hâl anlatılıyordur belki. Kelimeler birer birer ortaya çıktıkça çok önemli bir sırrı çözmüş gibi sevinmez misiniz? Zengin Arapçadan dilimize geçmiş kelimelerin köklerini bulmak, ayrıca heyecanlıdır. Örneğin rc kökünden gelen “rücu” geri dönmek, “ricat” geri çekilmekse, “irtica” geri dönüşün adı, “mürteci” ille de geri dönmek isteyen kişi değil midir?

Latince bu konuda Arapçadan geride kalmaz. Uzunca bir süredir unuttuğumuz laiklik kelimesinin etimolojisine bakmanın, sözlük karıştırmanın tam zamanı. Latincesi “laicus”tur. Kıta’dan Ada’ya, Ada’nın imparatorluğuna, İngilizce’ye geçince içerik Latince “saeculum” sözcüğünden gelen “secular” kelimesinde kendini bulur. “Secular”, bizde seküler, çağa ait, çağdaş, dünyasal, dünyevi dersek laiklikten çok da uzağa düşmez. İşte Kilise dili Latincede rahipler sınıfına “Clerici” halka “laici” denmesi de besbelli gerçeğin gizlenmiş hâlini açık eder. Bizim dilimize “laik - laiklik” hem kelime hem anlam olarak Fransızcadan, Fransız dilinden geçmiştir. Kabaca kilisenin, bizde kilise benzeri bir kurum olmadığından -Diyaneti sayamayız o devlet kurumudur- dinin, devletten ayrılması diye tanımlanmıştır. Aslında “Aydınlanmanın” bir eseri, onu ifade eden, özünü anlatan en önemli kavramdır.

FİKRİ SAĞLAR NE DEDİ?

Nereden geldik buraya? Eski kültür bakanlarından CHP’li Fikri Sağlar, ne dediğine, ne demek istediğine bakılmadan eleştirildi, sosyal medyada linç havaları esti. Ben de sözler nasıl bu kadar çarpıtılabilir konusuna bir örnek olsun diye geldim oradan buraya. Sayın Sağlar’ın “dini sembollerin, bu arada türbanın yargı mensuplarınca kullanımını” kuşkuyla karşılayan görüşleri, laikliği strateji gereği sessizliğe terk eden, giderek ideolojik bir değişime uğratan CHP yönetimi tarafından eleştirildi. İktidar kanadı da fırsatı kaçırmadı doğal olarak. Esas gözden kaçtı bu arada: Zedelenmiş hukukta erkek ya da başı kapalı olsun açık olsun kadın yargıçların davayı, kanıtları nesnel değerlendireceklerinin, hukuka uygun davranacaklarının garantisi yoktur.

Becerikli medyamız da “fırsatın” üzerine atladı, ama habercilik ilkelerini bu “seksi” haberin coşkusu ile unutuverdi. Şimdi çağdaş gazetecilik ilkeleri üzerinden söz söylesek, burun kıvıracaklarını bildiğimiz için, biraz eskilere, epeyce eskilere gidecek, kitap karıştıracak ama Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “kayyım” dediği muhterem gibi yapmayacak, alıntıları tırnak içine almaya özen göstereceğiz.

Habere yalan nasıl karıştırılır” konusunu anlatan, haberin yalanla ilişkisini açığa çıkaran bilge kişinin kim olduğunu söyleyelim ki aradan yüzyıllar geçse de gerçekleri sevenlerin her daim yaşadığı anlaşılsın. “Mukaddime” adlı eserinde bu konuyu ayrıntılı bir şekilde anlatan İbni Haldun’dur. Darwin’in 1859’da yayımlanan “Türlerin Kökeni”ninden epeyce önce 1378 yılında tamamladığı eserinde akıl yürüterek vardığı sonuçları aktaralım ki nasıl bir bilgeden söz ettiğimiz anlaşılsın.

Şöyle yazmış bilginimiz: “Bu aşağı olan tabakadan türeyerek, (Maymun ve şebek gibi) hayvanın nevi ve cinsi çoğalmış, tedrici bir surette fikir ve düşünce sahibi olan insanın teşekkülüne kadar yükselmiştir.” (Mukaddime, Çev.: Zakir Kadiri Ugan, MEB Yayınları, cilt1, sf. 231) Tamam henüz bilimsel bir bulgu söz konusu değil ama o devirde bu kadarı bile büyük değil midir?

Bir de bilim siyasete yol göstersin diye çabalamış bilge; “Yazının medlulü (delili) sözler ve sözlerin medlulü manalar olduğu için yazı manayı anlatmakta kelimelere nisbetle ikinci derecededir.” http://95.6.27.9:15697/editor/FCKeditor/editor/images/spacer.gifİşte bu nedenle yazıya kuşkuyla yaklaşmaz mıyız? Paranoyaya dönüşüp yolu tıkamadıkça söyleneni, söylenmeyeni dikkatle dinlemek, söz uçuyor yazı kalıyorsa, daha bir özenerek yazmak gerekmez mi? Ama anladım, siz bu paranoya değil, kasıt var diyorsunuz, ben de ne saf bir deliyim ki, her söylenene inanıp her yazıyı kutsal saydım.

İbni Haldun konuşsun artık: “Yalan ve uydurma tabii olarak haberlerin kapısını çalar, haberlere yalan karışır. Haberlere yalan karışmasını icab ettiren sebepler vardır. Fikir ve mezheplere taraftarlık bu sebeplerden birini teşkil eder. (...) Bir diğer sebep ise haberleri nakil ve rivayet edenlere inanmaktır. Haberlere yalan karışmasının bir sebebi de maksatları unutmaktır.” Söyleyenin maksadını görmezden gelmektir yani. Geldik haberi çarpıtmanın en önemli nedenine: “Haberi nakledenlerin övmek ve haberi güzel göstermek ve bu sayede şöhretleri yaymak maksadıyla yüksek derece ve mevki sahiplerine yaranmalarıdır.” (age, cilt.1, sf. 83-85)

Demek ki neymiş, haberde bu işler işe yarıyormuş. İşte bu nedenle medya ombudsmanı arkadaşım Faruk Bildirici, Sağlar’a saldırıdan sonra bir örneği daha ele aldı; Can Ataklı’nın sözlerini cımbızlayarak “darbe istediğini, darbeyi savunduğunu” iddia eden haberleri eleştirdi. Bu haberlerde söylenmeyeni söyleten söyleneni ise duymazdan gelen maharetin altını çizerek, “Nerede bu cümleler?” diye sordu. Yoksa da yoktur dediler herhalde, yeminli tercüme bürosu mudur ki satır satır hesap versin size bu gazatacılar!

İNSANA “RÜCU” MU EDİLSİN YANİ

Mesele CHP’de türbanlı bir hanımefendinin görev alması, ya da giyim kuşam özgürlüğü meselesi değildir. Mahkemelerde, poliste, orduda dini sembollere laik bir ülkede alan açılıp açılmayacağı, meşruiyeti, yasallığı meselesidir. Laik dünyada, sekülerizmin kabul edildiği ülkelerde bu konu tartışılmış, dini sembollere bu gibi kurumlarda yer verilip verilmemesi ele alınmış, dini sembol niteliği taşıyan kılık kıyafetle ilgili kurallar karara bağlanmıştır. Türkiye’de ise “defacto” ve “dejure” karar başka türlü çıkmıştır. Laikliğin yorumlanmasının, savunulmasının zemini değişmiştir. Aşkın bir aydınlanmanın doğumu ise bugünün değil geleceğin ruhuna, ezilen insana “rücu” edilmesine bağlıdır artık.

CHP de, AKP de Sağlar’ın anlattığını anlamazlıktan gelmekte ısrarlıdırlar. İşin tuhafı kimi demokratların, solcuların da konuyu değerlendirirken, “Yahu sırası mıydı şimdi, pişmiş aşa su katmanın alemi var mı?” diye oturdukları yerde rahatsızlanmasıdır. AKP bu konuların işine geldiği zannıyla ki yanılıyor, keyifle konunun üstüne atladı; CHP’yi de anlıyoruz, strateji gibi görünen ideolojisine aykırı buldu Sağlar’ın söylediklerini. Peki, size ne oldu arkadaşlar?

***

Sahi ne oldu size? İnsan eğri otursa bile doğru konuşamaz mı? Yalnızca görüşlerini açıklayan Sağlar konusunda, “rektöre hayır” direnişi sırasında yazılanlara baktım da nutkum tutuldu. Aklı başında bildiğimiz kalemlerden, “elit” eleştirileri mi dinlemedik, “bunlar zaten liberaldir, ne halleri varsa görsünler” diye el ovuşturanları mı görmedik. Eğer böyle sanrılar, kuşkular içinde pusulayı yitirdiyseniz, size günde iki öğün değerli Ünsal Ünlü’yü dinlemenizi salık verebilir miyim? İyi gelecektir.

Yoksa siz de asude bir hayat yaşamak, “tamam maksat hasıl oldu, işte yakında reformlar da gelecek” diye zamanın sessizliğine mi sığınmak istiyorsunuz? Öyleyse İbni Haldun’dan bir cümleyle (age, cilt.1, sf. 425) bitireyim bu yazıyı ben de:

“Maksat hasıl olduktan sonra çalışıp çabalamaların arkası kesilir. Şair diyor ki: Zamanın, sevgilimle aramızı açmak için uğraşmasına şaşarım ki aramızdaki bağlar büsbütün kesildikten sonra o da sükûnet buldu.”

Siz de o şair gibi zamanın ruhuna boyun eğecek, aşkınızın gecenin sessizliğinde uçup gitmesine izin mi vereceksiniz?