Farkında mısınız, sahip olduklarınızın, başkalarının da işine yarayabileceği bir büyük sofradır yeryüzü. Çok mu zor, karşılıksız ve çekinmeden, bir kibrit tanesini, bir tutam tuzu ayırıp, bir kaya yarığına saklamak. Sonuna kadar tüketip, bitirmek yerine, ihtiyacımız kadarını alıp, geriye kalanını bizden sonrakilere bırakabileceğimiz bir hayat! Gerçekten, çok mu zor.

Hadi, önce kendimizi kurtaralım

İki gündür aralıksız yağan kar yüzünden lojmandan sağlık ocağına bile zor gittim. Köy yollarının tamamı kapanmış. Hasta falan yok ortalıklarda. Güneş de yavaş yavaş yüzünü gösteriyor sanki. Odacı Kasım efendinin odama her girdiğinde yüzüne yerleştirdiği anlamsız bir gülümsemeyle birlikte sobaya boşalttığı kömürler küçük odamı hamama çevirmiş. Fırtınayla birlikte yağan kar kasabanın içinde bile yürümeyi zorlaştırmış, ilk gün kesilen elektrikler de ancak bugün öğleyin gelebilmişti. Ne yapayım. Gündüzleri sürekli mektup yazdım. İzmir’e önce. Mecburi hizmetteki birkaç sınıf arkadaşıma. Darbeden sonra Paris’e kaçan mülteci dostuma. Herkese ve her şeye kızıp askere giden Nazif’e ve babama tabi ki.

“Oğlum, mektuplarını seyrekleştirme. Senden mektup gecikirse eski mektuplarını çıkartıyor dolaptan, onları okuyor baban. Sanki yeni gelmiş gibi üstelik. Abilerin gülüp duruyorlar” diyor annem.

Adliyenin arabasının geldiğini görüyorum pencereden. Mutemet Salim her zamanki kıvrak, neşeli haliyle iniyor arabadan. Onu gördükçe dünyada her şeyin yolunda gittiğine inanırsınız. Koridorda gülüşmeler var. Belli ki Salim hemşirelere laf atıyor. Az sonra odamda. Masanın kenarına yavaşça bırakılan küçük bir sarı zarf. Otopsi bilirkişi paralarını getirmiş. ”Ölü parası” yani..

“Savcı bey, doktor bey uygunsa diyor, keşif ve otopsi için Yenişıhlı Köyü'ne gideceğiz.”

“Açılmış mı ki yollar” diyorum.

“Açılmış doktor bey. Köylüler çobanı da bulmuşlar. Bizi bekliyorlar.”

İki saat sonra araçlarımızı gidebileceğimiz en son noktada bırakmış, tepeye doğru tırmanıyoruz. Küçücük bir mağaranın önünde bekleşen beş altı köylü bizi görünce hareketleniyorlar. İçeri iyice eğilerek giriyoruz. Sırtını duvara vermiş, başında kasketi, sırtında eski bir ceket, iki eliyle değneğine sarılmış başı önünde uyuyormuş gibi duran dokuz on yaşlarında bir çocuk. Küçük bir çoban çırağı.

İki gün önceki aniden başlayan fırtınada çoban sürüyü alarak zorlukla köye ulaşmış, lakin sürünün arkasında koyunları çevirmeye çalışan Kamber belli ki sürüyü gözden kaybedince, ne yapacağını bilemeyerek bulduğu bu küçük mağaraya sığınmış. Isınamadığı için de bir süre sonra donarak ölmüş.
Mağaranın önüne çıkartarak yere uzattık Kamber’i. Olay yeri zaptını yazdıracağım. Sonra da otopsi belki. Elbiselerini yokluyorum. Küçük bir çakı buluyorum cebinde. Pazarlarda satılan türden.

“Kibrit olsaydı cebinde, kurtulabilirdi” diyor, savcı, ne kadar umursadığını anlamadığım bir ses tonuyla. ”En azından içerdeki çalı çırpıyı yakar ısınırdı.”
Birden çocukluk günlerime, Avanos’a gidiyorum. Kışın bitip, baharın yüzünü gösterdiği bir gündü. Beş altı çocuk, Kıran’a “keme” toplamaya gitmiştik. Keme. “Trüf” yani. Şimdilerde şık restoranların tabaklarını süsleyen o pahalı mantar. Baharın ilk aylarında ve özellikle yağmurdan sonra, mezarlara yakın yerlerde, toprağı kabartarak kendini gösterir.

Ellerimizde sopalarla toprağı yararak kemeleri toplayıp, torbalarımıza dolduruyorduk. Aniden başlayan bir yağmurla o civarda çokça bulunan bir kaya altı mağarasına sığındık. Mağarada soğuktan titreşip beklerken, içimizde bizden biraz daha büyük bir çocuk alışkın el hareketleriyle mağaranın duvarlarını yoklayıp, bir şeyler aramaya başladı. Kısa bir süre sonra da, kağıda sarılı bir tutam tuz ve onunla birlikte içinde sekiz on tane kibrit çöpü ve eczasının bulunduğu küçük bir paketi duvardaki yarıklardan birinden çıkardı. Bir süre sonra yaktığımız çalı çırpıyla ısınmış, torbamızdaki kemeler ve anamın koyduğu “keskiç”le karnımızı doyuruyorduk. Yağmur bitip mağaradan ayrılırken tuz ve kibrit çöpleri kağıda sarılarak yine eski yerine konmuştu.
O gün biraz daha “büyüyerek” dönmüştüm kasabaya.

Yıllar sonra tıbbiyede okurken, İzmir Konak’taki Çınar sinemasında oynayan A. Kurosava’nın “Dersu Uzala” filmine gitmiştim. Filmin bir sahnesinde kamp yerinde bir kulübede konaklayan Dersu ve Yüzbaşı’nın oradan ayrılırken Dersu’nun yaptıkları da, benim çocukken yaşadığım şeyle aynıydı. Dersu, bir parça tuzu ve kibriti hiç tanımadığı insanların daha sonra ihtiyacının olabileceğini bilerek, kulübede bir yerlere saklamıştı. İnsanlığın ortak ahlak ve vicdanının hiç de öyle uzaklarda olmadığını düşünmüştüm.

“Kibrit olsaydı kurtulabilirdi”.

Kamber’in karın üzerine uzattığımız küçük çıplak bedenini, omzunda asılı bulduğumuz torbasına konulan yoksul elbiseleriyle birlikte, babasına teslim ettik.

Kardeşlerim,

Biliyorum, korkusuzca, hiçbir kaygı taşımadan, içimde “akşam hayır çiçeklerinin” kokusuyla dolaştığım, çocukluğumun o güzel günleri çok geride kaldı. Ben de yeterince kirlendim.

Acıktığımda hiç çekinmeden girip ekmek, kuru üzüm yediğim komşu evlerinin kapısı kilitli. Ilık yaz akşamlarının uzun sofralarında yenilen karpuz ve peynirlerin de tadı yok.

Şimdi her gittiğimde, gizlice ziyaret edip, duvarına yaslanıp gizli gizli ağladığım, doğduğum eski taş ev beton olmuş. Köybağında altına uzanıp tuhaf hayaller kurduğum zerdali ağaçları kurumuş gitmiş.

Ama yine de, artık yangın yerine dönen ve ağızlarımızın tadının iyice kaçtığı şu lanet dünyada, cebimizdeki kibrit ve bir tutam tuzu başkalarının ihtiyacı için saklamayı düşünmek boş bir hayal mi?

Farkında mısınız, sahip olduklarınızın, başkalarının da işine yarayabileceği bir büyük sofradır yeryüzü.

Çok mu zor, karşılıksız ve çekinmeden, bir kibrit tanesini, bir tutam tuzu ayırıp, bir kaya yarığına saklamak.

Sonuna kadar tüketip, bitirmek yerine, ihtiyacımız kadarını alıp, geriye kalanını bizden sonrakilere bırakabileceğimiz bir hayat!

Gerçekten, çok mu zor.

Hadi, bir tutam tuz ve birkaç kibrit koyup cebimize, düşelim yollara.
Hadi, kendimize ve dünyaya ağlayarak.
Hadi önce, kendimizi kurtararak başlayalım şu işe...

(Peri Gazozu’ndan)