İfade özgürlüğü; düşünce, bilim ve sanat insanları için olmazsa olmaz bir gereksinmedir. Gerektiğinde bu özgürlüğü elde etmek için hayatlarını riske atmaktan çekinmez ‘hakikat cengaverleri’.

Hakikat cengaverleri

Bugün, yeni bir kitap ile yeni bir filmden ve onlardan hareketle ifade özgürlüğü serüveninden söz açmak istiyorum. Değerli araştırmacı Turgut Çeviker’in hazırladığı ve Koç Üniversitesi Yayınları’nın 1 nolu armağan kitabı olan “Tevfik Fikret”, Cenab Şahabettin, Yahya Kemal, Ziya Gökalp, Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Feyhaman Duran, Abidin Dino, Sabiha Sertel, Cahit Sıtkı Tarancı, Zahir Güvemli’nin de aralarında olduğu çok sayıda aydınımızın büyük şair üstüne yazılarını içeren bir seçki, Fikret’in şiir ve düzyazıları ile resimlerinin yanı sıra, bu yayın için özel olarak yazılmış değerlendirmeleri (her biri Fikret’in bir başka yönüne değinen dokuz yazı) ve usta çizerlerimizin Fikret’i yorumlayan karikatürlerini içeriyor.


Kitapta yer alan “Kim Korkar Aydın Kurttan?” adlı yazısına “Ülkemizde aydın deyince çağdaşçı kesimin aklına gelen ilk adlardan bir Tevfik Fikret’tir” diye başlayan Oğuz Demiralp, “Fikret, Namık Kemal kadar siyasal kavgaların, çekişmelerin içinde olmamış, onun kadar acı çekmemiştir ama o da ülkenin önünü açmayı temel görevi olarak görmüştür” diyor. Fikret’in, sanatını önemli ölçüde bu göreve adayarak, pek çok aydının önünü açtığını, siyasal içerikli şiirleriyle bir ‘modernleşme ikonu’na dönüştüğünü belirten Demiralp, Fikret’in İstibdad’a direndiği gibi, İttihat ve Terakki’nin başarısızlığına, yanlışlarına da tepki gösterebildiğini, onun “geçmişten kopmak değil, geçmişi aşmak isteyen bir anlayışın temsilcisi” ve “baskıya direnişin simgesi” olduğunu söylüyor.
Demiralp’in dediği gibi, “Fikret gibi aydınlarla iktidardaki dizgelerin baş edebilmeleri çok güçtür. Çünkü o tür aydınları tutsak etseler, işkenceden geçirseler, öldürseler de onların ruhlarını teslim alamazlar”... “Sis”in, “Han-ı Yağma”nın, “Promete”nin şairinin izinden giden çok sayıda aydınımız oldu. Onlardan birini, sevgili Uğur Mumcu’yu 24 Ocak’ta andık; yarın da (31 Ocak) sevgili Muammer Aksoy’u anacağız. Ülkelerinin önünü açmak, evrensel uygarlık düzeyinin gereği olan ifade özgürlüğünü savunmak için yaşamlarını feda eden kahramanlardı onlar…

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ TEHDİT ALTINDA

İfade özgürlüğü sorunu, Osmanlı’dan günümüze güncelliğini hiç yitirmedi. Her yeni güne yeni vakalarla uyandığımız bir dönemde yaşıyoruz. Sezen Aksu gibi değerli sanatçımızın, yedi yıl önce yazdığı bir şarkısında ‘Adem ile Havva’ya hakaret ettiği’ (!) gerekçesiyle tehdit edildiği, Sedef Kabaş gibi değerli bir gazetecinin ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla cezaevine konduğu, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi aydınların yıllardır hapiste tutulduğu günlerden geçiyoruz. Yalnızca onlar mı? Benzer gerekçelere binlerce yurttaş mahkûm edildi. Kiminin cezası, ‘beş yıllık bir süre içinde bir suç (!) daha işlerse, eski cezasını da yatmak zorunda kalacağı’ belirtilerek erteleniyor; böylelikle aydınlar ‘oto-sansür’e mahkûm ediliyor.

Ama, bu tehditler fayda etmiyor… Geçenlerde yüzlerce sanatçı, Sezen’i savunan bir basın açıklaması yayınladı; Türkiye Barolar Birliği’nin ifade özgürlüğünü savunan bildirisine binlerce yurttaş destek verdi. 1986 yılında, bin küsur aydının imzalarıyla TBMM’ne verilen ‘Aydınlar Dilekçesi’ni çağrıştıran bir dayanışma ruhu… Gene de, aklıma takılan iki soru var: Sezen’in bazı konularda kendilerinden farklı düşünmesini kabullenemeyen bir kesimin ‘ama’lı, ‘fakat’lı desteği, ayrımcılıktan, kutuplaşmayı keskinleştirmekten öte neye hizmet ediyor? Sosyalistler, sosyal demokratlar, liberaller aralarındaki düşünce farklılıklarını bir yana koyarak, demokrasi ve ifade özürlüğü temelinde bir araya gelemeyecekler mi?

Ulusların gurur kaynağıdır teslim olmayan aydınlar… Kimi açlığa mahkûm edilmiş, kimi yaşamlarının en güzel yıllarını cezaevinde geçirmek zorunda kalmış, kimi de ‘faili belli’ cinayetlere kurban gitmiştir. Ülkemizdeki ilk örneklerden, 14. ve 15. yüzyıllarda yaşamış Osmanlı mutasavvıfı Şeyh Bedreddin ve yoldaşlarının öyküsü, Nâzım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”nın yanı sıra çok sayıda incelemeye ve sanat yapıtına kaynaklık etmiştir. Radi Fiş’in “Ben de Halimce Bedreddinem” kitabı Prof. Cemal Kafadar’ın tarih danışmanlığında, yönetmen Nurdan Arca tarafından gerçekleştirilen 2006 yapımı “Simavnalı Bedreddin” belgeselinden sonra, geçen yıl da “Hakikat Bedreddin” adlı bir kurmaca film yapıldı. Haftaya ‘Hakikat cengaverleri’nin öyküsünü anlatan bu filmden ve ifade özgürlüğünün beyazperdedeki başka yansımalarından söz etmek vaadiyle, düşünce özgürlüğü tarihinde bir gezintiye çıkabiliriz…

TİRANIN YÜZÜNE DİMDİK BAKABİLMEK

Tarih boyunca hiç değişmedi aydının yazgısı. Otoriteye karşı çıkan filozoflardan kimi boyun eğdi, kimi sözünden dönmeyip, boynunu cellada uzattı… İfade özgürlüğü Atina demokrasisinin temel taşlarından birini oluşturuyordu (Bu konuda ayrıntılı bir kaynak olarak, Cemal Tunçdemir’in T24’deki “İfade özgürlüğünün tarihine bir yolculuk” başlıklı makalesini önermek isterim). Yazgıları farklı olsa da, tarih boyunca sayısız aydın düşünce özgürlüğü için mücadele verdi. M.Ö. 5. ve 4. yüzyılların büyük filozofu Socrates, ‘Tanrıları inkâr ettiği ve gençleri toplumsal kurallara karşı kışkırttığı’ gerekçesiyle ölüme mahkûm edildi. M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda yaşamış İskenderiyeli filozof, matematikçi ve astronom Hypatia, pagan olmasına karşın Yahudi ve Hristiyan öğrencileri okuluna kabul ederek, “Bizi birleştiren şeyler, ayrıştıranlardan daha fazla” dediği için dogmatik bir tarikatın mensuplarınca katledildi.

Roma Cumhuriyeti’nde Sezar’ın öldürülmesinin ardından başa geçen Mark Antony’nin M.Ö. 43 yılında Cumhuriyet değerlerini savunan Cicero’yu ‘devlet düşmanı’ ilan ederek öldürttüğünü ve ‘konuşacak herkese ibret olması için’ dilini kestirdiğini yazar tarihçiler. Hierapolis doğumlu Epiktetus, Roma’da yaşadığı günlerde, ‘filozof’u ’tiranın yüzüne dimdik bakabilen insan” olarak tanımlamış. 8. ile 13. yy. arasında devam eden İslam aydınlanmasının filozof ve bilginlerinin dini otoriteyi sorguladıkları görülmemiş, ama İbn-Rüşt’ün izinden giderek akılcılığı savunan 13. yy. filozofu Boetius kilise tarafından yakılmış. Tıpkı, 16. yüzyılın ünlü filozof ve gökbilimcisi Giordano Bruno gibi. Kilisenin bazı uygulamalarını eleştirdiği için Engizisyon mahkemesinde yargılanarak ölüme mahkûm edilen Bruno’nun 1600 yılında Roma’da diri diri yakıldığını, Yunan filozof ve bilim adamı Phytagoras’tan yararlandığı kitabı nedeniyle Copernicus’un da kiliseye karşı suç işlemekten yargılandığını biliyoruz.

17. yüzyılda Galileo Galilei benzer bir davada sözlerini geri almaya zorlanırken, Protestan İngiltere’de şair Marlowe tanrı tanımazlıkla itham edildikten sonra, bir kavgada öldürüldü. 17. ve 18. yüzyıllarda yaşayan Fransız düşünür Voltaire’in “Görüşlerinizi paylaşmıyorum, ama onları savunabilmeniz için canımı vermeye hazırım” sözleri ifade özgürlüğü mücadelesinde bir dönüm noktası oldu. Düşünceleri yüzünden önce İngiltere’de sonra Fransa’da yargılanan, “İnsan Hakları” ve “Akıl Çağı” kitaplarının yazarı Thomas Paine’in, Fransız Aydınlanma düşüncesinin önderleri Diderot ve d’Alembert’in, “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” sözleri ile Fransız İhtilali’nin düşünsel altyapısını hazırlayan Jean-Jacques Rousseau‘nun ifade özgürlüğünün tarihsel serüvenindeki katkıları inkâr edilemez.

20. yüzyılda da, emperyalist politikalarla ya da çürümüş iktidarlarla mücadele eden aydınların yaşamı hapislerle, sürgünlerle geçti (Yeni Osmanlılar’dan Jön Türkler’e, tek parti döneminden günümüze, aydınlarımızın çektiği sıkıntılar bu yazının sınırlarına sığmaz). Stalin, Mao gibi otoriter liderleri eleştiren aydınlar çalışma kamplarında ömür tüketti… Nasyonal Sosyalistlerin, İtalyan Faşistlerinin, Latin Amerikan diktatörlerinin zulmüne karşı çıkan, ifade özgürlüklerinden taviz vermeyen sanatçılardan haftaya söz ederiz… Anayasamızın “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla, tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir” ilkesine sahip çıkan tüm dostlarla birlikte…