Kapitalist sistemin koronavirüse karşı bulduğu tek yöntem şu: “Ekonomik süreçlere dâhil olmayanlar yaşlılar ve çocuklar eve, çalışanlar işe.” Ama bu bir önlem değil, şimdilerde sık sık yinelenen, daha da sık duyacağımız sözcükle “barbarlık.” Barbarlık, çünkü çalışmak zorunda olan kesimleri virüsün önüne atıyor.

‘Hayır, yapmayın!’

Sinsi bir virüsün hepimizi tehdit ettiği, kimilerini hayattan kopardığı bir gerçek. Hızla yayılıyor. Önleyecek aşı ya da tedavi edecek ilaç henüz yok, kaç kişiye bulaştığını kimse bilmiyor. Hükümetlerin bulabildiği yöntem, yaşlıları, çalışmayanları evlerine kapatmak. Onların bu önlemlere itiraz etmediğine, gönüllü olduklarına bakılırsa sorun yok. Hatta pek çok ülkede, sokağa çıkma yasağı talebi yurttaşlardan geliyor. Çekingen davranan, şimdilik böyle bir önlemi gerekli görmeyen tarafsa hükümetler. Virüsten uzaklaşmanın biricik yolunun ondan saklanmak kaçmak olduğunu hükümet yetkilileri de itiraf ediyorlar.

Kaç, kaç nereye kadar!

Bu tuhaf paradoksal gelişmenin; özgür olmak insanın doğası iken ondan vazgeçme, kendini hapsetme iradesinin ne kadar süreceği, insanların, virüse de, bu yasakla başka işler için hareket alanı genişleyen, güçlenen siyasete de isyan edip etmeyeceği henüz belli değil. Şimdilik siyasi irade ile yurttaşlar arasında bir tür “konsensus” var gibi görünüyor. Yurttaşlar henüz siyaset kurumunu bu virüsün gelişmesinden sorumlu tutmuyorlar. Kıyıdan köşeden başlayan cılız itirazlar daha çok siyasi muhaliflerden geliyor. Onların da durumu değiştirecek bir güçleri olduğu söylenemez.

Ama hızla gelişen başka bir durum daha var; bu da virüsün yalnızca sosyal hayata değil ekonomik süreçlere de ağır darbe vurduğunun giderek daha fazla ortaya çıkması. Üstelik bu gelişme, ağır bir yapısal bunalım içinde krizlerine çözüm bulamayan kapitalist sistemi köşeye sıkıştırmış durumda. Koronavirüsün yayılmasını durdurma çabaları, ister istemez, en azından belli sektörlerde kamulaştırmaları zorunlu kılıyor. Aslında, hükümetlerin olağanüstü hal ya da sokağa çıkma yasağı ilan etmekten uzak durmalarının nedeni de ekonominin çarklarının durmasını önlemek.

HERKES EVE, ÇALIŞANLAR İŞE…

Haklılar! Çünkü büyük bir yapısal bunalım içinde olan kapitalist sistem ekonominin denetiminden çıkmasını istemiyor. Bunun için de birbiriyle çelişen iki yönlü bir çözüm arayışı içinde; “ekonomik süreçlere dâhil olmayanlar yaşlılar ve çocuklar eve, çalışanlar işe.” Şimdilik yöntem budur. Ama bu bir önlem değil; şimdilerde sık sık yinelenen, daha da sık duyacağımız sözcükle “barbarlık.” Barbarlık, çünkü işçileri, memurları, çalışmak zorunda olan kesimleri hızla yayılan koronanın önüne atıyor. Kapitalizm ölümlerin artmasını önemsemiyor. Sistem açısından anlamsız değil bu. Eğer yeni bir sistemin eskisinin yerine ikame edilmesi istenmiyorsa, -edilemez diye bağırıyor sistemin savunucuları- ekonominin çarklarının durması sistemin iflas etmesi, aynı zamanda açlığın, yoksulluğun kısa sürede tüm dünyayı sarması demek.

Öyleyse gerekli bir barbarlık mı bu?

Bu konu ile ilgili ilginç, belki biraz uçuk bulabileceğiniz fikirler ileri süren, konuları akademik disiplin içinde değil, daha rahat bir genişlikte; ucu açık bir marjla ele alan Slavoj Zizek, geçtiğimiz günlerde bu barbarlığı HaberTürk’te Kübra Par’a örneklerle anlattı. Ondan aktaralım: “Barbarlığa bu şekilde sapmanın daha incelikli bir kapitalist versiyonu ABD’de zaten açık açık tartışılıyor. İşte size birkaç örnek: Pazar günü (22 Mart) geç saatlerde büyük harflerle bir twit yazan ABD başkanı, ‘Tedavinin, sorunun kendisinden daha büyük bir problem olmasına izin veremeyiz’ dedi. Beyaz Saray koronavirüs kuruluna başkanlık eden Başkan Yardımcısı Mike Pence, günün erken saatlerinde Federal Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri’nin pazar günü, ‘koronavirüse maruz kalmış insanların yakın zamanda işlerine dönmelerine imkân sağlayan bir yönerge çıkaracağını’ söyledi. (...) Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick Fox News’e çıkıp, ‘Halk sağlığı tedbirlerinin ABD ekonomisine zarar vermesini görmektense ölmeyi tercih edeceğini’ söyledi.”

BARBARLIĞI BEKLERKEN

Sistemin tutumu, Zizek’in söylediği gibi barbarlık olarak adlandırılmayı da hak ediyor. Başka çıkış yolları var kuşkusuz. Ama biz şimdi hükümetlerin bu yaklaşımının dayandığı teorik temel üzerinde duralım. Yeni ve özgün bir teori değildir. Yunan, Roma uygarlıklarının, Doğu despotlarının yönetim tarzının, monarşilerin ya da sonraki dönemlerde faşizmin türlü biçimlerinin örneklediği, uzun mücadeleler sonucu elde edilmiş demokratik haklara karşı hep yedekte tutulan teoridir bu.

Kapitalizmin demokrasi olarak ifade edilen uygarlığın taşıyıcısı olduğu dönemlerde bile sistemin ilk fırsatta başvurulacak yedekler deposunda tutmaya özen gösterdiği bu teori, ilk fırsatta değil her fırsatta “istisna” olarak gündeme getirilmiş, mümkünse sürekliliğinin kabul edilmesi için büyük çaba harcanmıştır. Bu teorik çıkarsamanın büyük ustası Carl Schmitt’tir. Der ki Schmitt, “Devlette huzur sağlama mecburiyeti, siyasal bir birlik olan devletin, kritik anlarda, eğer varsa ‘iç düşman’ını kendisinin tespit etmesini gerekli kılar.” Bu saptamadan sonra devletin “sert ya da yumuşak” tedbirler alması doğaldır ve “ipso facto (fiilen) ya da özel yasalarla belirlenmiş koşullarda hukuk yoluyla devreye giren, açık ya da genel nitelikli tanımlamaların içine gizlenmiş çeşitli, hukuk dışı kılma, sürgün, kanun dışı kabul etme ya da hukukun korumasından çıkarmayı kapsayan tedbirlerdir.” Schmitt bu durumu “siyasal birlik olarak devlet olmanın bir gereği” olarak niteleyecektir (Carl Schmitt; Siyasal Kavramı, sf. 74-75. Metis Yayınları).

Devlet bu “hakkını” ne zaman kullanacak? Bunun için demokrasiden uzaklaşmak gerekecektir. Siyasal birliğin nasıl tesis edilebileceği bir kere daha tanımlanmalı, tam da günümüze de uyarlanabilecek bir şekilde ifade edilmelidir. 1932 basımı Siyaset Kavramı’ndan aktaralım: “Siyasal birlik, gerektiğinde yaşamın feda edilmesini talep edebilmelidir.” (sf.101) Burada görüldüğü gibi kapitalizmin liberal burjuva sisteminden Schmitt’in “istisna” sistemine hızlı bir geçiş söz konusudur. Şimdi Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick’in, “Halk sağlığı tedbirlerinin ABD ekonomisine zarar vermesini görmektense ölmeyi tercih edeceğini” neden söylediği kolaylıkla anlaşılabilir.

Öyle anlaşılıyor ki, bugün karşı karşıya kaldığımız durumda yukarıda ifade etmeye çalıştığım paradoksların çözülmesi, yani sistemin krizden kurtarılması, sistemin yapısal bunalımına çözüm bulunması için, koronavirüsün yarattığı fırsattan yararlanmak, sistemin bekası açısından zorunludur. Çünkü başka zorunluluklar başka sistemlere ait araçları gündeme getirebilir -ki getiriyor- hem de gerçekten tehlikeli virüsün, evet ağır bir bedel ödeyerek de olsa yenilmesi, -çünkü hepimizin canına okuyor- gereklidir.

Ne yapsınlar o zaman?

Liberal, burjuva ya da her neyse ara vermek gerekebilir. Geçici bir süre için her zaman işe yarayan ve yaramadığı zaman da kolaylıkla kenara bırakılabilen Schmitt okumanın zamanıdır.

***

Carl Schmitt’in sık sık dönüp okuduğum Siyasal Kavramı adlı kitabına bir sunuş yazan Aykut Çelebi’nin Christian Lindner’in Freund oder Feind (Dost ya da Düşman) adlı kitabından aktardığı rivayete göre Schmitt yaşamının son gününde kâbuslar görüp kan ter içinde uyanır, ortalığı çınlatan, insandan çok bir yaratığın sesiyle ‘hayır yapmayın’ diye bağırır (age sf 10). Bu pasaj bana hep güç sahiplerinin insan hayatı söz konusu olduğunda durup düşünmeleri gerektiğini hatırlatır. Hep söyleriz; dünyanın her köşesinde insanları içeri tıktınız, onların yaşamı ile oynuyor, işinize geldiğinde demokrata, gelmediğinde bir canavara dönüşebiliyorsunuz.

Ama bir durup düşünün, düşünün ki yaşamınızın son gününde “hayır yapmayın” diye bağırmanız gerekmesin. Küçük, göze batmayacak bir yeriniz olsun mavi siyah karanlıkta.