Bu sadece bir salgın değil.

Bu; vahşet.

Bu; 21. yüzyıldaki barbarlık.

Bu; insanlık tarihinin utancı.

Artık…

Emeğin sömürüsü bile açıklamıyor bu düzenin zalimliğini.

Açlığın, sefaletin, geleceksizliğin ötesi…

Bu; kıyım.

Yaşam hakkının cinayeti.

Bu; emekçi katliamı.

Sessizce ölüyoruz.

Devlet, kelime oyunları, sayı kandırmacılarıyla pembe tablolar çiziyor.

Saklanan birer rakam kadar değersizleştirilip yok sayılıyor insanlar.

Sonra devlet, yalan mahcubiyeti bile olmayan bir yüzle gerçeğin bir kısmını bahşediyor.

Oysa ölümleri bile gizlenenler, bu ülkeyi var edenler.

Yaşamın gerçek sahipleri onlar.

‘Evde kal’ sloganı TV’lerdeki her reklam arasında tekrarlanıp pankartlarla sokaklara asılmışken patronların para hırsına, ekonomi tanrısına kurban edilenler…

Trakya’da, Pınarhisar’da toprağı işleyip ürününe gözü gibi bakan Şaban Amca vefat etti. Mavi gözleri, nasırlı elleri kadar vicdanı tertemiz bir adamdı.

Yaşı 70’i aşkınken çocuk gibi gülerdi yüzü.

Doğadan, topraktan öğrenmişti adaleti.

Kendisinin mahrum kaldığı eğitimi kızına, oğluna sağlamış, torunları göğsünde madalya olmuştu.

İki çocuk annesi Hatice…

‘Evde Kal’sa evlatlarını doyuramazdı. Virüsün vurduğu tekstil atölyesinde, dikiş makinelerinin hiç durmadığı gürültüde selası bile duyulmadı.

Diyarbakır’da garson Mehmet’in üç kızı babasız kaldı.

Zonguldak’ta babasını her gün madene uğurlayıp göçük kâbuslarıyla büyüdü Zeynep. Koronavirüste yetim kaldı.

Bir metrobüs, iki minibüs ile işe giden Ahmet, on dakika geç kalsa ustabaşının gazabına uğrardı.

Gaziantep’te fabrikada koronavirüs vakası çıkınca patrondan ‘Temaslıyım’ diyerek izin isteyen işçi İbrahim’e izin verilmedi. Ondan virüs bulaşan annesi, babası ve ağabeyi öldü, İbrahim işten kovuldu.

Recep de Manisa’da salgının yayıldığı fabrikada hapsedilmişti.

Başında sarı baretiyle inşaat şantiyesinin tıka basa dolu yemekhanesinde sıra beklerken virüsü kapmıştı Baran.

Memur Hasan, kalabalık devlet dairesindeyken ateşlenmişti.

Hastabakıcı Merve’ye hastanede bulaşmıştı virüs.

Hastane bahçelerinde bekleyen kalabalığın içini kemiriyordu endişe.

Dolu yoğun bakım servisindeki bir yatağı boşaltmak için sevdiklerinin gözden çıkarılmasının korkusunu yaşıyorlardı.

Acaba torpilli bir hasta için torpilsiz bir hastanın ölümüne karar verilebilecek kadar vicdanını yitirmiş bir ülke mi burası?

Türkiye’de kim bunun olamayacağını söyleyebilir?

Aileleriyle vedalaşamadılar. Son sözlerini kimse duymadı.

Sevdikleri yuvalarındaki karantinada haftada bir haber alabildikleri azaptaydı.

Morglardaki kalabalıkta bir akraba cenazelerin karışmaması için defalarca tabutlarını açıp yüzlerini teşhis etti.

Eskiden ayda bir sela okunan ilçelerde minarelerden her gün ölümler duyuruluyordu.

Cenaze namazları kılınmadı.

İş makinelerinin kepçeyle çukur açtığı mezarlıklarda beyaz tulumlu, maskeli görevliler tabutlarla gömdü onları.

Aileleri karantinadaydı, birkaç kişi uzaktan izleyip dua okudu.

Devlet, kasasını alın teriyle dolduran işçisine, çiftçisine, esnafına, memuruna ölümüne çalışmayı reva gördü. Onların ürettikleri milyarlarca lirayı 5 müteahhide dağıttı.

O para kaç emekçinin canını kurtarırdı?

Saray ve çevresinin malikânelerindeki Osmanlı işlemeli mobilyalar için kaç hayat kurban edildi?

Acaba…

Kaç ölüm, kaç öksüz, ne kadar acı patronların cebini doldurdu.

Kimlere bol sıfırlı ihaleler tezgâhlandı.

En kötüsü…

Bu ülke sustu.

Oysa o ölü emekçilerin ürettikleri burasını vatan ve bizi biz yaptı.

Bizi doktor, avukat, siyasetçi, yazar, sanayici, gazeteci, yönetici, işinin patronu yapan onların ürettikleriydi.

Evimizde kalmamızı sağlayan onların alın teriydi.

Turkuaz görünen kapkara tabloda ölümü gizlenen emekçiler bu hayatı var edenlerdi.

Asla unutma.

Bu salgın günlerinden sonra…

Vicdanımız entübe.

İnsanlığımız ölü.