Türkiye tarihinde örgütlenmiş kitlesel protestolar önemlidir. Farklı görünen Gezi, çevre sorununa duyarlı kesimlerin eyleminin toplumda karşılık bulması ile örgütlü hale gelmiş, çevre sorunu ile siyasi hedeflerin ilişkisi süreç boyunca daha belirginleşmiştir.

Hiç bir şey olmasa bile bir şeyler…


Genel tabloyu anlamak değil ama taşları yerleştirmek kolay değil. Kim kiminle, kim kime karşı, kavganın sıradan, saklı ya da görünür nedenleri neler? Bildiğimiz, sistemi hedef almayan tüm “çözümler” geçicidir, yanıltıcıdır. Yine de tarihi yapan insanın, öznenin, örgütlenmiş itirazların belirli koşullar içinde onları bilerek hareket etmek, çözüm üretmek gibi bir sorumluluğu, görevi var. Bugün bir yandan hızla değişebilir koşullardan söz etmek mümkün, öte yandan da dar bir bakış açısıyla, dayatılmış meşruiyet sınırlarına boyun eğme alışkanlığı nedeniyle umutların heba edilmesi tehlikesi var.

Geçtiğimiz günlerde siyasette bir dağılmadan parçalanmadan söz etmiştik. “Siyasetin ihaneti, inkârı ve intiharı” başlıklı yazısında (Gazete Duvar - 09 Haziran, 2021) Kemal Can daha kapsamlı bir anlatımla dağılmayı anlattı; son beş-altı senedir yaşananların “bir iktidarın dönüşümü, değişimi veya başkalaşması” olmadığını vurguladı. Durumu netleştirirken de “Yaşanan şey, salgın yönetiminden Merkez Bankası krizine, dış politika saçmalıklarından kurumsal kapasitenin tam çöküşüne kadar yaygın bir dağılma. Siyaset, inkâr ve ihanet serisini intiharla tamamlamaya zorlandı. Bundan kurtulabilmek, en başa dönüp siyasetin toplumla buluşması, toplumun siyaseti yeniden tanımlamasıyla mümkün” diye yazdı, çözüm yolunu gösterdi. Bütün mesele de bu zaten. Siyasetin toplumla buluşması koşulların açık net bir analiziyle ve zorlanmasıyla mümkün olabilir.

KARANLIĞIN RESMİ

Buzdağının üste çıkmış belirtilerden yola çıkalım. İktidar bloku içindeki kavga artık gizli değildir. Birbiriyle kavgalı ya da uzlaşma çabası içinde çok taraf var. Kavgalı olanların önemli bir kesiminin uzlaşması imkânsız; uzlaşma arayanlar ise tehlikeli gidişi durdurabilir, en azından dondurabilir miyiz diye bakıyorlar.

Kavga öylesine büyük ki, hafıza-ı beşerin- toplumsal hafızanın diyelim biz, nisyan-unutma yeteneğine bırakılacak gibi değil. Üstelik kendini tekrar etmek, büyütmek gibi bir özelliği de var. O nedenle de “sessizlikle geçiştirelim” direktifi etkili olamadı. Bu da başlı başına krizin çözümsüzlüğünün en önemli işaretlerinden. Sessiz olunamıyor demek ki; o nedenle de “kendimi yedirmem, devre dışı bırakmanız mümkün değil” hamleleri birbirini izliyor. Besbelli kavganın öznelerinin her birinin diğeri hakkında bilgisi, belgesi, delili var. “Sessizlik” çağrısına suçlamaların odağında görünen miting yaparak karşılık veriyor, önemli bir şef “hadi sıkıysa alın görevden” gibi hazmı zor bir çıkışla, bir meydan okumayla medya üzerinden yanıt veriyor. Parti içinde de güçlü olduğu iddia edilen, Başbakan devirmekle meşhur, bir bakanla ilişkili olduğu belirtilen, yakın zamanda Merkez Bankası Başkanı’nın değiştirilmesinde etkili olduğu bilinen, adına Pelikan ya da Boğaziçi Grubu denilen etkili örgütün tedirgin olduğunu yazıyor gazeteler. Ama aynı zamanda bu grupla kavgalı olduğu öne sürülen Bakanın, desteği nedeniyle gruba teşekkür ettiğini de duyduk. Bir tarafın görmezden geldiği iddiaların kapsamlı bir dökümünü Medya Ombudsmanı sevgili Faruk Bildirici kendi sitesinde yaptı.

Bu arada ortaya atılan yolsuzluk iddialarının yanıtsız kalması, geçiştirilmesi imkânsız. İddialar öylesine büyük ve açık kaynaklardan bile kanıtlanabilir halde ki, kendisine haksızlık yapıldığını öne sürerek eski ortaklarına, “iş” arkadaşlarına, işbirliğini bozdukları, desteklerini çektikleri için siyasilere kafa tutan, nasıl medya fenomeni olduğu ayrıca araştırılması gereken, suç örgütü liderinin açıklamalarını, videolarını milyonlar izliyor. Aslında iddialar daha önce dile getirilmiş, kanıtlarıyla ortaya konmuştu, ama o zaman gerçekleri sessizlikle boğma yöntemi işe yaramış, vergi cennetlerinde iş tutanların, firma kuranların, vergi kaçırmak için mekân değiştirenlerin, beş kuruşu yokken kısa sürede dolar milyarderliğine terfi edenlerin hikâyelerinin üstü kolayca örtülebilmişti. Bu kez işe yaramıyor. Nedeni bellidir; bu kez çatışmanın özneleri, taraflar tümüyle içeridendir, içeridedir.

ARMUT PIŞ AĞZIMA DÜŞ

Peki, şimdi ne olacak? Bu durumun siyasi bir sonucu olacak mı? Bazı sonuçlardan söz edebiliyoruz. Çete reisi tarafından suçlanan şöhreti kötü, derinlerin elamanı olduğu söylenen kişi, reddettiği el koyma iddiasına konu olan Marina’dan ayrılmak zorunda kaldı. Suç örgütü ile yakın ilişkide oldukları bilinen hem yazıyla hem de işaretle belirtelim, tırnak içinde “gazeteciler” hakkında soruşturma açıldı, ortada yoklar; bir diğer “gazeteci” “yıllık izne” ayrıldı. Ama siyaset sahnesinde henüz iddiaları ele alan herhangi bir soruşturma yoktur. Tam tersine konunun, konuların peşini bırakmayanlara yönelen tehditlerde, soruşturmalarda tırmanış var. Video gösterisi giderek önemini yitirecek, bir iki yayından sonra malzeme tükenecek, başka refleksler öne çıkacak. Peki, kim bu iddiaların, ortaya dökülen yolsuzlukların üzerine gidecek, kim peşini bırakmamak gerektiğini savunacak. Dağılmanın çözülme ile sonuçlanması kaçınılmaz görünüyor ama bu da kendiliğinden olabilecek bir iş değildir. İş sosyalistlerden sosyal demokratlara kendilerini demokrat olarak tanıtan eden öteki partilere düşüyor. Sosyalistler dışında muhalefet izleyici olarak durumdan memnun görünüyor; “armudun piştiği ağzına düştüğü” sevincini yaşıyor. İz sürmeyi, hesap sormayı seçim sonrasına bırakmıştır. Besbelli ki tek yönlü işleyen meşruiyetin rahatlığı, konformizmi muhalefet için hâlâ çekiciliğini koruyor. Ama bu siyasetteki dağılma sürecine dahil olmak, onun etkisi altında çözülmek değil midir.

Türkiye tarihinde örgütlenmiş kitlesel protestoların önemi büyüktür. Farklı görünen Gezi, çevre sorununa duyarlı kesimlerin eyleminin toplumda karşılık bulması ile kısa sürede örgütlü hale gelmiş, daha önemlisi çevre sorunu ile siyasi hedeflerin ilişkisi süreç boyunca daha belirginleşmiştir. Gezi meşruiyet meselesinde daraltılmış çerçeveyi evrensel haklar çizgisine yaklaştırmış, Gezi’yi meşru saymayanlar da kendi meşruiyetlerinin tartışılmaya başlandığını hayretler içinde görmüş, bu nedenle de tüm öfkelerini Gezi’ye yöneltmişlerdir.

Muhalefet partileri politikada değişmez bir hedef olarak erken ya da değil seçimleri, provokasyona gelmeyelim gerekçesi ile yasaklara boyun eğmeyi seçiyorlar. Kesin kazanacaklarına dair tuhaf bir umutla, inanç mı diyelim, her şeyi seçimlere endekslemişlerdir. İktidar blokunun seçimlerle ilgili geçmiş “performansı”, Haziran- Kasım 2015 seçimlerindeki dayatması üzerine kimse kafa yormuyor. Bu türden bir dayatmanın bugünün koşullarında daha başka türlü işleyebileceği iktidar blokunun kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman çok açık beyanlarına rağmen hesaba katılmıyor. Oysa seçimleri kazanmak, yasal gösterilerin mekânı olması gereken alanların sokakların yasaklanmasına, anayasal hakların kullanılmasının engellenmesine karşı topluca hareket etmekle, kitlesel çıkışlarla, dayatılan siyasetin dışına çıkmakla mümkün olacaktır.

***

Pek durum umutsuz mu? Hayır. Yerel seçimlerde ters tepen sözlere öykünelim biz de; “hiç bir şey olmasa bile bir şeyler olabilir mi?” Ne olduğunu, ne olacağını bilemiyoruz. Koşullar, olanaklar, iktidarın gücü ile muhalefetin aşamadığı korkularını karşı karşıya getirdi. İktidar bloku her şeye rağmen dağılmayı durdurabileceği, çözülmeyi önleyebileceği, durumu düzeltebileceği umudunu taşıyor; muhalefet ise olanakları küçümsediği, hedefi daralttığı, meşruiyetin konformizmine sığındığı için korku ikliminin etkisinden kurtulamıyor.

Ama yine de iyimser olunabilir; çünkü güç ve korku hızla yer değiştirebilecek toplumsal gerçekliklerdir.