Kamusal alanlarda homurdanmanın hiç hesaba katılmayan bedelleri olabilir. Tweet mesajlarına gözaltılar, tutuklamalar, davalar. Bu nedenle de homurdanmaları bireysel, içeriği kitlesel siyasi eylem saymalı diyorum. Homurdanmaları ciddiye alıyorum.

Homurdanma hakkımız

Meşru siyaset kulvarını büyük ölçüde terk eden gücün kamuoyu anketlerinde tek başına iktidar olamayacağı, küçük ya da gayri resmi koalisyon ortağının baraj altında kalacağı yazılıp çiziliyor. Anahtar konumuna yükselmeyi başarmış, adeta politika üretir, erki yönlendirir duruma gelmiş küçük ortakla birlikte iktidar bloku henüz tamamlamadığı “yeni rejime” ilişkin planlar yürürlüğe girmeden bir erken seçime evet demeyecektir. Bu puanlar da artık herkesin malumudur ve oldukça düzenli çalışan, içeride ve dışarıda fırsatları iyi değerlendiren bir merkez tarafından yönetilmektedir. Kuşkusuz bu adımlar belli riskleri de içeriyor ama hem muhalefetin meşruiyetçiliği hem de atılan tehlikeli adımlara lafla karşı koymayı tercih etmesi, buna belki bir tür konformizm denilebilir, iktidarı rahatlatıyor.

Burada belki de “Peki ne yapsın ya da ne yapabilir muhalefet?” sorusunu ciddiye almak gerekir. Muhalefete yöneltilecek eleştirilerin öneriler de içermesi değerli yazar Murat Sevinç’in vurguladığı gibi “homurdanmaktan” öteye geçmesi gerekiyor. (Duvar.14.10.2020) Ama “Yazarımızın yaptığı da homurdanmaktan başka bir şey mi” diye işi yokuşa sürmeyelim, saptamayı ciddiye alalım. Kimdir bu homurdananlar takımı. Şöyle anlatıyor Sevinç: “Özel ve kamusal ilişkilerimizde sıklıkla karşılaştığımız, orta halli, genellikle ve ihtiyaç duyuldukça ‘seçmen’ sıfatıyla tanımlanan insanların kahir ekseriyeti.” Homurdanıyor ve başka da bir şey yapmıyorlar. Ne yapmaları gerektiğini yazının sonunda söylemeyi deneriz. Sevinç’in de söylediği gibi özellikle kamusal alanlarda homurdanmanın hiç hesaba katılmayan bedelleri olabilir. Tweet mesajlarına gözaltılar, tutuklamalar, davalar… Bu nedenle de homurdanmaları bireysel, içeriği kitlesel siyasi eylem saymalı diyorum. Homurdanmaları ciddiye alıyorum. Küçümsemekten yana değilim. Ama “toplumun” “kalabalık” olarak nitelenmesi de işe yaramaz sosyolojinin boş bir saptaması değil midir?

HOMURDANMANIN SOSYOLOJİSİ

Durup dururken homurdanmıyor herhalde bu yurttaşlarımız. Neyse bu yurttaş sözcüğü pek uymadı galiba; çünkü Sevinç bu durumun yurttaşlarımızın yurttaş olamamalarından kaynaklandığı kanısında. “Türkiye’de ‘toplum’ adı verilen ‘kalabalığın’ birbiri için kaygılanan ve yekdiğerinin hakkını hukukunu gözeten bireylerden oluşmaması, homurdanma etkinliğinin böylesini daha cazip hale getiriyor sanırım.” Sanırım dönüp dolaşıp ‘yurttaş olabilmek’ konusuna geliyoruz. Yaşadığı yerde bir yandan diğerleriyle birliktelik duygusu geliştirebilecek, diğer yandan homurtusuna neden olan derdi neyse endişe duymadan dile getirip yönetime her düzeyde katılabilen birer ‘yurttaş’ olmak. Homurtusunu siyasal kanallara aktarabilmiş, kendisini gerçekleştirebileceği koşullara sahip, eşit yurttaş. Yoksa tarihimizde genellikle olduğu gibi, ha bu yönetime homurdanmışsın ha yerini alacak olana…”

Dertlerin farkındasınız, endişe duymadan, korkmadan, yönetime her düzede katılan yurttaşlar, kendinizi gerçekleştirebilecek eşit yurttaşlar olacaksınız. Olur tabii, neden olmasın. Ama tehditleri ciddiye aldıkları için homurdanmayı seçen halka neden serzenişte bulunalım ki. Halk örgütlemez, siyaset kitleleri örgütler. Onlar homurdanan seçmendir, Gezi Parkı’ndaki eylemcidir, siyasette dikkate alınması gereken kitledir ve onlar çalışan, çalışmayan, esnafı, memuru ile halk kesimini oluştururlar. Önünde sonunda sınıfsal bir kapışmanın sesi olur homurdanma.

Homurdananlar öncelikli olarak ekonomik durumun eldeki tüm olanaklarla anlatılabileceğini, halkın bu çekirdek sorun çevresinde bir araya gelmesi gerektiğini düşünürler; yani “Yakında seçim var oylarınıza talibiz” demekten öteye geçilmesi gerektiğini söylerler. Homurdananlar her köyde, kasabada, mahallede, sokakta kurtuluşun nasıl olacağının söylenmesini, kanıtlanmasına beklerler. İkincisi iktidarın Cumhuriyet'i sonlandırma projesinin de deşifre edilmesi bunun için de meşruiyet sınırlarının iktidar tarafından ortadan kaldırıldığının açıklanması. İktidarın bu adımlarına karşı etkin yöntemler bulunması gerektiğini de doğrusu ağızlarının içinden değil de biraz daha yüksek sesle dile getirdikleri gerçek değil mi? Halk parlamentoya giremiyorsa parlamento neden halka gidemiyor ki? “Adalet Yürüyüşü benzeri haklara sahip çıkan eylemlere ağırlık verilse fena mı olur” diyordu iki homurtu arasında bir başkası.

ÖRGÜTLER, PARTİLER, SİYASET

“Olur mu kardeşim, sen nerede yaşıyorsun; bu türden eylemleri açıkça ya da pandemi bahanesiyle yasakladıklarını görmüyor, duymuyor musun?” diyorlar. Ama yasadışı engellemelere yanıt vermek, yasalara sahip çıkmak, yasallığı, meşruiyeti savunmak değil midir. Dün de birisi meydanda “Gerçekleri saklamayın saklamayın” diye bağırıyor, yanından geçenler de homurdanarak “Haklısın, haklısın” diyorlardı. Niye bağırıyordu ki o arkadaş? “Covid-19 salgını sağlığımızı tehdit ediyor, halkın sağlığı gibi önemli bir konuda gerçekleri gizlemeyin” diyordu. “Söyleyin söyleyin” diye homurdanıyordu köşede azıcık gölgeye sığınmış bir gazeteci kardeş de; “Pandemi yasaklarının demokrasi savaşının önüne set çekmek için kullanıldığı bıkmadan usanmadan söyleyin.

Haksızlık ediyorsunuz, muhalefet bunları zaten söylüyor, yazıyor, anlatıyor” diyen olursa, bunun bir siyasi program dahilinde yapılmadığını, meşruiyet meselesinin kavranamadığını, karşı adımların meşruiyeti yitirme korkusu ile törpülendiğini iddia ediyor arkadaşlar. Söyledikleri de alemin bildiği sırdır; yasaları çiğneyen iktidar, hakları elinden alınan muhalefettir. Homurdanmaları pek güzel anlatan Sevinç, soldaki siyasi partilere de iki çift laf etmekten kendini alamamış; haklıdır büyük ihtimal. Neyse onlar da artık bir zahmet anlatsınlar hallerini, meramlarını, planlarını, programlarını; çoğaldıkça azalıyor, azaldıkça çoğalıyorlar mı. Küçümseyen cümlelere kızabilirler ama bilsinler ki onların homurdanma hakları yoktur...

***

Burada duruyor, bir başka konuya dümen kırıyorum. İşçi sınıfıyla, gittikçe kabaran iş bulamayan, işsiz de sayılmayanlarla, işçi olup olmadıkları bir türlü anlaşılamayanlarla ilgilidir. Şu sıralarda yeni rejime itirazda önde görünenler demokratik kitle ve meslek örgütleridir; kısaca aydınlar da diyebiliriz. İç içe geçmiş durumdadırlar, eskisi kadar cevval olmasalar bile gençleri de sayalım. Sendikalar henüz ellerini kolların bağlayan çerçeveyi, hukuksuz patron engelini aşamadılar, ama işçilerde bir kıpırtı var yine de. Var mı gerçekten? Var. Somalı madenciler yollarda, grev hakkı yasaklandığı için işçiler anladılar ki demokratik direnişin meşruiyetini kendileri kazanacaklar artık.

Bugünlerde oy birliği ile aldıkları kararlarını savunmakta zorlanan Anayasa Mahkemesi “Yollarda yürümek haktır” dese de Ankara’ya doğru yola çıkan madencileri gözaltına aldılar; kim aldı bilmiyorum, kim böyle hak olduğu anayasa yazan, üstelik de AYM tarafından da bir kere daha tescil edilmiş bir hakkın kullanılmasına engel olur ki? Herhalde yanlışlık oldu, bir süre sonra bıraktılar madencileri. Peki, yürüyebilecekler mi Ankara’ya doğru? İşte onu bilmiyorum. Bildiğim işçilerin haklarını almak için yol yöntem aradıklarıdır, attıkları her adım yoksul halka, köylüye, çiftçiye, memura umut verir; zaten onlar için kitapta bütün halkın haklarının savunucusu denilmiştir. Memnun olmayanların, mutsuz olanların, homurdananların sayısı her gün biraz daha artıyor. Gözlerini işçilere çevirdiler hep birlikte. Demokrasiyi en iyi onlar, işçiler savunur çünkü.

İşçiler homurdanmıyor epey bir zamandır; Nâzım’ın şiiri dillerindedir; bağır bağır bağırıyor, kurşun eritmeye çağırıyorlar...