“Yunan-Türk dostluğunu desteklemiş olan Konstantin Karamanlis’in bana şunu söylediğini hatırlıyorum; ‘Türkler, Salamina ve Egina adaları eğer Türkiye’ye ait olsaydı, bizlerin hissedeceğimiz gibi hissediyorlar’. Türkiye’nin boğulma hissiyatını idrak etmemiz ve açıkça gerçekçi ikili çözümü tartışmamız gerektiğine inanıyorum. Türkiye’yi bir rakipten bir ortağa dönüştürme çabasına değer”

Bir yıl önce yazıldığında Yunanistan’da tartışma yaratan bu ifadeler Türk-Yunan dostluğuna 1980’lerde damgasını vurmuş ünlü Yunanlı besteci Mikis Theodorakis’e ait. Aradan geçen kısa sürede ‘koşullar farklılaştığı için fikir değiştirdiği’ söyleniyor. Theodorakis Türkiye’yi Yunan kara sularını ihlal etmek ve binlerce sığınmacıyı Yunan adalarına sürmekle suçlar olmuş.

Türkiye’yi yöneten siyasi heyetin, Batılı emperyalist güçlerle birlikte İhvancı rejim değişikliği hedefiyle fitilini tutuşturduğu Suriye savaşının sığınmacılarını açık bir şantaj dili eşliğinde Avrupa’ya sürmesinin en önemli mağdurlarından birisi komşu Yunanistan. Tepkileri anlaşılır. Yetinmeyip üzerine ‘insan hakları dersi’ verilmeye kalkışılmasının utancını taşımamak da imkansız. Ancak dostluğa bunca çaba harcamış bir sanatçı ve aydının bu isabetli ifadelerini geri çekmesini anlamak zor. Ege’nin iki yakasında milliyetçi maksimalist tezlerin çarpıştırıldığı bir ortamda, en çok ihtiyaç duyulan sağlam durabilmek olmalı.

MİLLİYETÇİ DAMARIN BESLENMESİNİN SONUÇLARI

Theodorakis aynı yazıda ABD ve Avrupa’nın Türkiye’ye cephe alma görüntüsünün yarattığı ‘avantajlı’ durumda Yunanistan’da naralar atılmasının tehlikelerine de dikkat çekmiş. Hakkı var. Zira Türkiye’de giderek Cumhuriyet’in rasyonel aklı yitip giderken, İhvancılık dokulu yayılmacı emperyal heveslerin girdabı yaratılmışken, riskler artmakta. Yunanistan’daki milliyetçiler Türkiye’deki milliyetçi damarı besleyen pozisyonların sonuçlarından azade kalacaklarını düşünüyorlarsa yanılıyorlar.

Batı destekli ‘Arap Baharı’ projesi ve Suriye macerası fiyaskoyla sonuçlandığından beri yeni Osmanlıcı ve emperyal hayaller sınır tanımaz oldu. Alınan her darbe iktidarın Türkiye içindeki anlatısını besleyecek fırsata çevrildi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran akıl, onun değerleri, gerçekçi ve rasyonel tezlerinin izlerinin her fırsatta silinmeye kalkışıldığı bir süreçteyiz artık. Televizyonlarda Osmanlı’nın uzak diyarları nasıl yönetmiş olduğunu yad eden analistlerin perspektifleri zerk ediliyor. Herkes ‘kötü’, herkes ‘çıkarcı’, ‘emperyalist’. Ama Türkiye çıkarları için değil ‘iyilik meleği’ olduğu için emperyal hevesleri şahlanmış. Öyle buyuruyorlar.

LİBYA VE ABESLE İŞTİGAL

İhvancı Katar hariç tüm komşu ülkelerle kavgaya tutuşmuş, diplomaside muhatap bulamaz hale gelmiş Ankara’nın son süreçte tutunabildiği tek dalın, çerçevesini zaten büyük güçlerin çizdiği, bölünmüş Libya olmasındaki irrasyonelliği anmak bile abes. Oysa geçen kasımda Libya’nın batısında hükmü geçen yönetim ile deniz alanlarını sınırlandırma anlaşması yapılması, bunun savunma anlaşmasıyla pekiştirilmesi Türkiye’ye ‘gecikmiş ama parlak bir fikir’ diye pazarlandı. Birden fazla güçlü aktörün her türlü oyunu kurabildiği Libya’da umulan İhvancı askeri zafer ise haliyle gelemedi. Neyin ne olacağı meçhul. Bu sefer söylem ‘ama Türkiye masada’, ancak bir adım ötesini gören yok.

VERİLİ ULUSLARARASI HUKUK VE SİYASİ TEZLER

Bu arada da Libya’yı dayanak alarak ‘haritalar çizen’ Türkiye, Akdeniz ve Ege’de kendi yarattığı yarım asırlık statükoyu kendi eliyle bozdu. İş Atina ile çatışma dinamiğine büründürüldü.

Türkiye, Yunanistan’ın aksine 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin imzacısı değil ve son derece haklı sebeplerle. Kara suları ve kıta sahanlığı tartışmalı bir alanda adaların da ana kara parçaları gibi deniz alanları olacağından hareket eden, anlaşmazlıklar için uluslararası yargıyı adres gösteren bir verili hukuk kabul edilir değil. Ege Denizi gibi bazıları Türkiye’nin burnunun dibinde pek çok ada ve adacıkla dolu bir ortamda bu sözleşmenin uygulanması imkansız. Geçmişte Türkiye haklı siyasi tezleri kabul ettirmek için kullandığı ‘caydırıcı’ güçle, statükoyu dondurmuştu. Bu kez temcit pilavı gibi anılan aynı ‘caydırıcı güç’ Türkiye’nin herkesi de karşısına alarak yarattığı ortamda, atıfta bulunduğu ‘uluslararası hukuk’ üzerinden bizatihi kendisini tehlikeli sulara sürüklemekte.

Yunanistan kendisi gibi sözleşmeye taraf olan Mısır ile anlaşma imzalıyor, İtalya ile imzalıyor. Verili uluslararası hukuktan hareketle kara sularını 12 mile çıkartmaktan bahsediyor. Türkiye’nin yeni de değil, taa 1995’te bunu TBMM kararıyla ‘savaş sebebi’ sayması boşuna değildi. Ama artık Yunanistan’ın maksimalist tezlerine rasyonel siyasi yanıt vererek duruşunu herkese kabul ettirmiş Türkiye gitti, uyamayacağı uluslararası hukuka atıflar yaparak ‘caydırıcı güç’ sergilediğini iddia eden yeni Osmanlı geldi.


Şimdi AB üyesi olduğu için eli mahkum Atina’yla dayanışırken, ‘haklı oldukları yerde desteklemek görevimiz var’ diyen Almanya başta olmak üzere, AB ve NATO’nun, Türkiye ve Yunanistan’ın ikili çözmesi gereken bu meseleyi uluslararasılaştırmaması ve hukuk dayatmamasını; asıl barışı dayatmasını ummaktan başka çare kalıyor mu?