Eğitim öğretim döneminin yarıyılı vesilesiyle düzenlenmiş raporlara bakıyorum. Her zamanki gibi öğretim programlarına, eğitim öğretim yöntemlerine, ders kitapları ve diğer eğitim materyallerinin eğitime etkilerine pek girilmiyor. Raporlar, Türkiye’de ciddi bir eğitim sorunu olduğu konusunda hemfikir, ancak tümü sorunun nicel olduğu görüşünde: Öğretmen yetersizliği; okul, derslik ve donanım eksiklikleri; kaynak sorunu vb. Bu konuda da sorunu herkes durduğu yerden görüyor; örneğin öğretmen tarafı, sendikaları aracılığı ile öğretmenden kaynaklı sorunu özlük ve ekonomik nedenlere bağlarken akademiden çıkan raporlar öğretmenin yetiştirme politikasına dikkat çekiyor.

Büyük küçük, nicel nitel her problemin eğitimin başarısında başarısızlığında etkisi var. Fakat başarıyı etkileyen asıl neden zihniyet. İstediğiniz kadar okul yapın, öğretmen görevlendirin, herkesin eline bir tablet verin, büyük bütçeler ayırın, öğrenciyi yatağından sıraya servisle taşıyın başarınız bireyi görme biçiminize bağlıdır. Verdiğiniz eğitim, eğitime tabi tuttuğunuz kişinin duygusal, zihinsel ve sosyal yeteneklerini bir bütün olarak geliştirmiyorsa eğitimi alan açısından başarısızsınız demektir.

Günümüzün egemen eğitim anlayışı bireyi sosyal bir varlık olarak görmüyor. Ne yazık ki veliler de devletle birlikte çocuğunu “sermaye” olarak görme eğiliminde. Bugün okul kapısının önünde çocuğunun karnesini bekleyen aile, ifade etmese de karnedeki rakamların toplamına sermaye olarak bakacak. Ne yazık ki öyle…     

İlk karnemi elli yıl önce bugünlerde aldım. Verilen eğitim beni devlete yurttaş olarak hazırlıyor olsa da sosyal bir değerim vardı. Ne sermaye ne işgücü ne de tüketici olarak görülen bir nesne değildim. İsterseniz size editörlüğünü Ayhan Ural’ın yaptığı Yetişkinliğin Arka Bahçesinden Çocukluklar kitabına yazdığım o döneme ait anılarımdan bir bölüm aktarayım. Hem günümüzle karşılaştırma yapar hem anılarınızı tazelemiş olursunuz.

“İlkokul birinci sınıfta öğretmenim, bugün okuma yazma kursu bile sayılmayacak kısa bir süre eğitimden geçtikten sonra öğretmenlik yapmak üzere görevlendirilen bir eğitmendi. Eğitmenim altmış yaşlarındaydı. Ortalama ömrün 48 olduğu o yıllarda oldukça yaşlıydı. Yaşlı bir öğretmen; tamamı 60 sayfayı geçmeyen bir alfabe kitabı, çizgili bir defter ve öğretmenimizin uzun ve kalın sopası dışında eğitim materyali yoktu. Bu koşullarda bizim birinci sınıfın ilk yarısında okuma-yazmayı öğrenmiş olmamız, çocuğuna okuma yazma öğretme telaşına düşen şimdiki ailelere mucize gibi gelmeli; ama gerçek…

Çantamız bezdendi ve ince ipten sapı omzumuzu kesmeyecek denli hafifti: Defterlerimiz (ve kitaplarımız da) ‘saman yaprak’ dediğimiz hafif ve yazıyla birlikte silgimizin rende gibi kazıdığı kâğıttandı. Kuşe değildi, nasıl ağır olsun ki? O yıllarda ‘beslenme çantası’ sadece çobanlık yapan ya da çiftçi ailenin küçük rençperinin azık çıkınıydı. Yani öbür omzumuz hepten boştu. Bedenimiz gibi ruhumuza da baskı yapan herhangi bir ağırlık yoktu. Mesela sınav stresinden uzaktık ve arkadaşlarımız rakibimiz değildi. Ailelerimiz de bizi okula iteklemezdi; okul, zorunluluktan gönderildiğimiz, ailenin işgücünden çalınan zamandı...”