Müfredat, ders programlarından ibaret değildir; yönetme biçiminiz, bilgi kaynaklarınız, mevzuatlarınız, okula biçtiğiniz rol, okul türleriniz, yönetim kadronuz, öğretmenleriniz, eğitim materyalleriniz, okul dışı hayatınız, söz ve eylemlerinizdir.

Müfredat...

Öğretim programlarını önceki eğitim bakanları da değiştirmişti; fakat onlar, yalandan da olsa saha çalışması yaptık; öğretmenlere, üniversitelere, uzman kuruluşlara danıştık deme gereği duyardı. Hatta birisi öğretim programlarının nasıl olması gerektiği konusunda herkesin görüş belirtebileceği bir web portalı bile açmıştı. Ziya Selçuk ise süresini ikna çabasıyla geçirmişti; kamuoyunun yüksek beklentisinin üzerinde kurduğu baskı, biraz da usul bilmesinden ötürü hazırladığı Vizyon Belgesi’ni geniş katılımlı ve günler süren toplantıların ardından açıkladı. Dikkate almasalar bile kamuoyunun onayını aldık deme gereği duyar, programlarına meşru dayanaklar bulmaya çalışırlardı. Yusuf Tekin, gazetecilerle ayaküstü konuşurken (1 Kasım) müfredatları değiştireceğiz dedikten birkaç ay sonra “Çalışmalarımızı tamamladık, yakın zamanda kamuoyuyla paylaşacağız inşallah” dedi. Öğretmenleri, biliminsanlarını ve eğitim kamuoyunu yok sayan, şeklen de olsa onların deneyimine ve desteğine gereksinim duymayan bu tavır kendi başına bir müfredattır. Bir memur, ülkenin bütün bir geleceğini ve ülkede yaşayan insanların tümünü doğrudan ilgilendiren bir konuda kafasına göre karar alıp uyguluyorsa orada eğitimi de aşan bir sorun var demektir. 

Öğretim programları hazırlanırken bilimsel süreçler takip edilir: Mevcut programlarda karşılaşılan güçlükler nelerdir, yeni program hangi sorunları çözecek, sorunu tanımlayacak veriler toplandı mı, çözüm için öngörü nedir, araştırma yapıldı mı, araştırmadan çıkan öneriler nelerdir, önerilerin denemesi (pilot uygulama) yapıldı mı? Yok! Neden yok, çünkü güçler ayrılığına son verilmiş, demokratik kurumları ortadan kaldırılmış otoriter yönetimlerde yasalar gibi programlar da bilimsel ve demokratik yöntemlerle hazırlanmaz. Eğitimi aşan sorun dediğimiz şey bu; sistemin, yürütmeyi denetleyecek ayaklarının kırılmış olması… O nedenle bakan, derneğinin tüzüğünü müfredat olarak dayatmakla kalmıyor rahatlıkla ana paradigma değişiminden söz edebiliyor.  

Müfredat, ders programlarından ibaret değildir; yönetme biçiminiz, bilgi kaynaklarınız, mevzuatlarınız, okula biçtiğiniz rol, okul türleriniz, yönetim kadronuz, öğretmenleriniz, eğitim materyalleriniz, ortaklarınız (protokolleriniz), okul dışı hayatınız, söz ve eylemlerinizdir. Programlarda yasalar gibi edebî sözlere, ulvi amaçlara yer verilebilir; eğer uygulama o “iyi amaçlara” hizmet etmiyorsa amaçları öldüren silaha dönüşür. “Müfredat, hızla değişen dünya koşulları, güncel gelişmeler göz önünde bulundurularak devamlı güncellenecek canlı ve dinamik bir yapıda olmalı,” diyen bakanın tarikatlarla protokol imzalamaya devam edecek olması böyle bir şeydir.  

Bakan, kimsenin itiraz edemeyeceği evrensel çerçeveyi çizdikten sonra öldürücü darbeyi vuruyor: "Ana paradigmasından tutun, bize ait ve bizim değerlerimizle inşa edilmiş, bizim referans değerlerimizin ışığında oluşturulmuş bir eğitim sisteminin inşası için gerekli çalışmalarımızı tamamladık, yakın zamanda kamuoyuyla paylaşacağız inşallah." Ana paradigma değişecekse şu âna kadarki bildiklerimizi unutmamız gerekiyor. Eminiz bakan da bunu demek istiyor. Üstüne basa basa tekrarladığı “biz” ile kastettiğinin İslami kurallar olduğuna kuşku yok. Ana paradigma ise değişmeyen, değişime direnen bir öğretiyi hızla değişen dünyanın müfredatı yapmak. Eğer şu âna kadarki dinselleşme yeterli görülmüyor ve mevcut müfredat “bize ait” olmayan değerlerden arındırılacaksa nasıl bir müfredattan söz ediliyor olabilir? Arap müfredatı olabilir mi? (Arap’tan ulusu kastetmiyoruz; diniyle, diliyle, kültürüyle, yönetim biçimiyle Arap olmayan Müslümanlara da referans olan, evrenselliği reddeden yerel bir değerler sisteminden söz etmiş oluyoruz.)  

Peki, Arap eğitim sistemi nasıl bir şeydir? Bu eğitim sisteminde müfredat, yeni düşünme biçimleri kazandırmanın, davranış ve değişen koşullara uygun pratikler geliştirmenin aracı olarak ele alınmaz. Çünkü değişmemesi gereken yönetim biçimi (Arabistan, Ürdün, İran gibi totaliter; Mısır, Pakistan, Irak gibi otoriter) ve onları ayakta tutan din, değişmemesi gereken bireyin ve toplumun değişimine izin vermez. Araplaşmış ülkeler, küresel ekonominin parçası oldukları oranda yeni kültür ve değerlerle tanışmış olmalarına, yöneticilerinin kaderi Batı’ya (kapitalizm) bağlı olmasına rağmen eğitimi kurdukları özel ilişkinin dışında tutmuş, sosyal değişimin dinamiği olmasını engellemişlerdir. Dini de temsil eden otorite, iktidarını sarsma ihtimali olan her türden yeniliğe karşı dinin tepkisel unsurlarını kullanmış, topluma, sosyal ve kültürel değişimi Batı’nın kötü yanı olarak kabullendirmeyi bu sayede başarmışlardır.  

Arap ülkeleri müfredatını ve ders materyallerini inceleyen İmed Labidi, Eleştirel Pedagoji dergisinde yayımlanan (19. sayı) makalesinde, kendisinin ve atıfta bulunduğu onlarca araştırmanın özeti olarak Arap müfredatının, karşı oldukları kültür ve toplumlardan uzaklaştırmaya odaklandığını, bilgiyle propagandanın karıştırıldığı tespitine yer verir. Edebiyat, sanat ve çağdaş yönetimlere yer vermeme; müfredat ve eğitim materyallerinin öğretmen ve öğrenci yorumuna kapalı olması, eleştirinin münafıklık onaylamanın makbul sayılması, bilgilerin gerçek yaşamla çelişmesi (Ailesi mortgage ödeyen çocuğa faizin haram olduğunu söylemek gibi), patriyarkanın mutlaklaştırılması, Müslüman olmayanların düşmanlaştırılması Araplaşan her müfredatın (öğretim programı ve ders kitaplarının) ortak özelliğidir. (9. sınıf Suudi ders kitabından bir hadis: Dinsiz Yahudilere, Hıristiyanlara veya diğerlerine benzemeye çalışmak günahtır. Dinsizlere benzemek, onları sevmeye, yüceltmeye ve onların Müslümanların gözünde önemli bir yere sahip olmalarına neden olacaktır; işte bu yasaktır.) 

Yönetim otoriterleştikçe evrensel olanla bağını koparır. Çünkü evrensel değerler hem denetleyici hem düzenleyicidir. Otorite bunu istemez. Bakmayın değişen dünya koşullarından, evrenselleşmeden, küreselleşmeden söz edilmesine. Türkiye otoriterleştikçe Araplaşmakta, Araplaştıkça otoriterleşmekte ve hızla yerelleşmektedir. AKP’li yıllardaki her müfredat bilime daha az, dine daha çok yer vermek için yapıldı. Laik eğitime talep özel alana yönlendirilerek kamu okulları Arap eğitimine uygun hale getirildi. Bundan sonraki değişiklikler Türkiye eğitim sistemi ile Arap eğitim sistemi arasındaki uyumsuzlukları gidermek içindir. İktidar ve zihniyet değişmediği halde birkaç yılda bir eğitim sisteminin ana unsurlarıyla oynanmasının nedeni, eğitimi bu geriye gidişe uydurma girişiminden başka bir şey değildir. Eğitim Bakanının açıklamasındaki “biz”, evrensel olandan uzaklaşmayı değil, kopuşu ifade ediyor.  

Erdoğan, Arap olmayan ama Araplaşan bir toplum yaratmak istiyor ve bu yolda hem eğitimin gücünü biliyor hem Arap eğitimine resmen geçme girişiminin önünde engel görmüyor. İçeriğinden bağımsız olarak dayatılma biçimi bile tepki gerektiren müfredat değişikliğini tartışmayan toplum ve toplumsal kurumlar, ne idüğü belirsiz yeni paradigmaya da tepki veremeyecektir. Bu kayıtsızlık, Arapçanın eğitim dili olmasını bile Erdoğan’ın aklına gerirebilir. Eğer iktidar süresi elverir ve bir direnişle karşılaşılmaz ise bunu denemekten çekinmeyecektir. Bunlar abartılmış kaygılar veya kehanet değil, on beş yıl önce bu gazetede imam hatip liselerinin temel lise, dinî derslerin miğfer ders olacağını yazdım ve oldu. Gidişatı engelleyecek örgütlü sivil yapılar, yargı, parlamento ve kamuoyu dağılmış durumda. Şimdi önümüzde risk içermeyen, fazladan bilinç gerektirmeyen bir yol var, seçim. İktidarı zayıflatan sonuç, muhalefetin sesini yükseltmesine, iktidarın gücünün sınırlanmasına yol açabilir. O nedenle 31 Mart seçimleri genel seçime dönüştürülmeli, muhalefet cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tartışamadığı kamusal meseleleri tartışmaya açmalıdır. Kuşkusuz eğitim odaklanılması gereken en önemli kamusal meselemizdir, kaybedilirse böyle bir sorunumuz olmayacaktır.